SİLSİLE-İ SAADAT - 33 - EBU'L FARUK SÜLEYMAN HİLMİ SİLİSTREVİ (K.S.)
SİLSİLE-İ SAADAT - 33 - EBU'L FARUK SÜLEYMAN HİLMİ SİLİSTREVİ (K.S.)
SİLSİLE-İ SAADAT - 33 - EBU'L FARUK SÜLEYMAN HİLMİ SİLİSTREVİ (K.S.)
33 - EBU'L FARUK SÜLEYMAN HİLMİ SİLİSTREVİ (K.S.)
Ezelî takdir olarak seyyidler zincirinin 33'üncü halkası kendilerinin nasibi olduğundan, bâtınları da ilâhî füyüzât ile alâkalanarak seyyitler zincirinin 32'inci halkası ve bu zincirin 9'uncu büyük rütbesi Selahüddin İbn-i Mevlânâ Sürâcüddin (k.s.) Hazretlerinden seyr-i sûlûklerini tamamladılar.
Kendilerine vâki tecelliyâtın büyüklüğünden dolayı, Salâhü'd-dîn İbn-i Mevlânâ Sürâcüddin Hazretleri tarafından Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî Ahmed Fârukî-i Serhendî Hazretlerinin nisbet-i rûhaniyesine teslim edildiler.
Bu sûretle seyyidler zincirinin 33'üncü ve sonuncu halkasını teşkil ederek, dünyanın şu son zamanlarında ilâhî feyzden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle dalâl çukurundan, iman ve ihlas sahasına çekip çıkardılar, halen de çıkarmaktadırlar.
Ebu'l-Fârûk Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Hazretleri, (H.1306) M. 1888 yılında Silistrenin Ferhatlar köyünde doğdu. 16 Eylül 1959'da (H.1379) İstanbul'da irtihal buyurdular. (Kaddesallahu Sirrahü'l-Eazz) Ancak, tasarruf ve irşâdları, yukarıda da zikri geçtiği gibi halen devam etmektedir.
Süleyman Efendi (Kuddise Sirruh) tahsili esnasında yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsı ile talebeler arasında temayüz ederek hocalarının dikkat nazarlarını çektiler.
İlim tahsili hususunda irâdelerini o derece zorladılar ki, mübarek burunlarından, okuduğu kitapların sahifeleri üzerine, zaman zaman kan damladığı olurdu.
Yine bu hususta uyku ile akıllara durgunluk verecek şekilde mücadele ederek ilim tahsiline devam ederek derslerini tamamlamıştır. Kış günlerinde ise, pencerelerinden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkar ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyarlardı. Enselerindeki kar topunun vücut hararetlerinde yavaş yavaş erimesi neticesi, sırtlarından aşağı inen ince su yolu, dâima uyanık bulunmalarını te'min ederdi. Bütün bunlarla Süleyman Efendi Hazretleri (k.s.) evlatlarına, ilim tahsilinin zor olduğunu, ancak her türlü müşkilâta göğüs gererek ilim tahsiline gayret etmenin lüzumunu, muhteşem bir misal halinde anlatmak isterlerdi.
Bilâhare o zamanın tabiri ile dersiâm olarak yetişmek, yani ihtisasını (doktorasını yapmak üzere Süleymâniye Camii Medreseleri'nde "Medresetü'l-Mütehassisîn" 'in tefsîr ve hadîs kısmına gidip oradan da birincilikle mezun oldular.
Medrese-i Süleymâniye'ye girmeden önce Medresetü'l-Kuzat (kaadî yetiştiren mektep) 'in de giriş imtihanlarını birincilikle kazandılar, fakat bunu büyük bir sevinçle pederine bildirdiği zaman O'ndan aldığı telgraf şu oldu:
— Süleyman ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a göndermedim.
Pederleri bu telgraf ile kendisine, Peygamber Efendimizin; "Üç kadîden ikisi cehennemde birisi cennettedir." meâlindeki hadîs-i şeriflerini hatırlatmış oluyordu. Süleyman Efendi (k.s.) pederine verdiği cevapla, kendisinin asla kaadîlik (hâkimlik) mesleğine sülûk etmeye niyetli olmadığını, maksadının devrinin bütün zâhirî din ilimleri sahasında kemâle ermek olduğunu bildirdi ve Medrese-i Süleymâniye'nin, tefsîr ve hadîs kısmından diplomasını alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü'l-Kuzât'tan da diplomasını iyi derece ile alıp kaadîlik rütbesine ulaştılar. Böylece devrinin aklî ve naklî ilimlerinden de en yüksek dereceyi ihraz etmiş bulundular.
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Hazretleri Ceddi, İdris Bey'e dayanan şerefli ve soylu bir âiledendir. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmed Han tara-fından, Tuna Han'ı nasbedilmiş ve üstelik kendisine kız kardeşi tecviz edilmiş bir zât idi.
Süleyman Efendinin (k.s.) dedeleri (Kaymak Hâfız) namıyla mâruf bir zât olup 110 yaşına doğru vefat buyurmuşlardır. Muhterem Pederleri Osman Efendi ise, tahsilini İstanbul'da tamamlamış ve Silistre'nin Satırlı Medresesi'nde yıllarca müderrislik etmiş mâruf bir zattır.
Süleyman Efendi (k.s.) ilk tahsilini Satırlı Medresesi'nde ve Silistre Rüştiyesi'nde yaptı. Daha sonra tahsilini tamamlamak üzere pederleri tarafından İstanbul'a gönderildi. Pederleri kendisini İstanbul'a gönde-rirken:
— Oğlum! Usûl-ü Fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun, diye tavsiyede bu-lundu.
İstanbul'da Fâtih Dersiâmlarından ve devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin ders halkasına oturan Süleyman Efendi (k.s.) ondan da birincilikle icâzet aldılar.
Ebu'l-Fâruk Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretleri'nin bâtın ilmi ile alâ-kalı olarak, damadı ve bağlısı muhterem Kemal Kacar tarafından (Son Devrin Din Mazlumları) isimli kitap için Necip Fâzıl Kısakürek'e verilen notlardan bir bölümü ehemmiyetine binâen okuyucularımızın ittilâına arzediyoruz.
"Süleyman Efendi'nin bâtın ilmine, yani tasavvuftaki mânevî cephe-sine gelince; Şüphesiz bu husus ehline mâlûmdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idrâki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir, hatta iç hayatı münkir olmaz da; yine tasavvuf ve irşada ehil bir zât ile karşılaştığı halde o zât, ilâhî irâde ile kendisini ona bildirmez ise, dünyalar bir araya gelse O'nun feyzlerinden haberdar olamazlar. Bizim ise kendisinin mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı " İlm–el–yakîn" biliyoruz.
Kendisinin tasarrufunu ve ruh melekeleri üzerindeki te'sirini, öz ruhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş enfüsî ve kevnî kerâmetlerinin üstün irşad hârikalarını fiil halinde ve hakkıyle müşahede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna, " Silsile-i Sâdâd: Büyükler zinciri" kolunun 32'inci ferdi, Salâhüddîn İbni Mevlânâ Sürâcüddin Hazretleri'nin cismânî nisbet,İmam-ı Rabbânî Hazretleri'nin de rûhânî nisbetle varisleri bulunduğuna imanımız tamdır."
Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddiâ etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."
Efendi Hazretleri'nin muhterem babası, Müderris Osman Efendi henüz evlenmeden önce bir gece mânâ aleminde şöyle bir şey gördü:
"Göğsünden bir ışık parçası koparak yükselmeye başladı. Bu ışık parçası, yükseldi, yükseldi, yükseldi... Tâ ki, bütün dünyayı ve belki de dünyaları aydınlatana kadar..."
Bu gördüğü rüya Müderris Osman Efendi'ye çok tesir etti. Bunu kendi sulbünden hayırlı bir evlat olarak yorumladı.
Aradan bir müddet geçti; Osman Efendi, Hatice hanım'la dünya evine girdi. Allah, kendisine, dört erkek evlât bahşetti. O da bunlara, sırasıyla, Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim ve Halil isimlerini verdi. Çocuklar büyüyor, Osman Efendi de, rüyada kendisine işaret edilenin hangisi olduğunu anlayabilmek için onların hâl ve tavırlarını dikkatle takip ediyordu. Neticede bu dikkatini Süleyman Efendi üstünde yoğunlaştırdı. Artık onu yakından takip ediyor ve onun yetişmesi için daha fazla gayret gösteriyor ve yanından hiç ayırmıyordu. Nereye giderse yanında götürüyordu.
Bir gün birlikte giderlerken, bir manda yavrusunun, körpe bir fidana sürtünmekte ve onu hırpalamakta olduğunu gördüler. Osman Efendi bu kıymetli oğluna:
— "Süleyman, koş oğlum! O manda yavrusunu fidanın yanından kov" dedi. O da hemen gidip, manda yavrusunu fidandan uzaklaştırdı. Bunun üzerine Osman Efendi oğluna:
—"Oğlum, unutma! Ağzı dili olmayan canlılara yapılan iyilik de bir sadakadır" buyurdu.
Osman Efendi, bu kıymetli oğlunu Satırlı Medresesi'ndeki tahsilini tamamladıktan sonra Silistre Rüşdiyesi'ne verdi. Silistre Rüşdiyesinden mezun olduktan sonra da dini ilimlerin ve hilafetin merkezi İstanbul'a gönderdi. Giderken kendisine pek çok nasihat ve tenbihlerde bulundu.
Efendi Hazretleri İstanbul'da ilim tahsilinde iken birgün ağır şekilde hastalandı ve yatağa düştü. Hastalığı öyle ağırdı ki, hayatından ümidini kesti...O bu halde iken, üstazı Buhâra meşayıhından Nakşıbendî Şeyhi Salahuddin İbn-i Mevlana Süracüddin Hazretleri (k.s.) kendisini ziyarete geldi. Hayattan ümidini kesen Süleyman Efendi'nin gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. Bunun üzerine üstazı:
—"Evladım, hiç üzülme! Bu hastalıktan iyileşeceksin, okuyup büyük adam olacaksın ve çok itibar göreceksin. Hatta sen, kaptanı gayri müslim olan bir gemiye binecek olsan, o dahi sana saygı gösterecek..." diye iltifatlarda bulundu.
Efendi Hazretleri, İstanbulda o zamanın en büyük dersiamlarından Büyük lakabı ile bilinen Bafralı Hamdi Efendinin ders halkasına girdi. Buradaki tahsil hayatı da çok başarılı geçti. Medrese muhitlerinde kendisi hakkında:
—" Yetişirse iyi bir âlim olacak" diye konuşuluyordu.
Efendi Hazretleri İstanbul'daki tahsili sırasında, bir yılda veya iki yılda bir ancak izine gidebiliyordu.
1916 senesinde Bafralı Hamdi Efendi'den birincilikle icazetnâmesini aldı. Bu sırada 28 yaşında idi.
İlmî kariyerine son noktayı koyabilmek ve dersiâm olabilmek için, Süleymaniye Medreselerinden Medresetü'l-Mütehassisîn'in "Tefsir ve Hadis" kısmına kaydoldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzat'ın, yani Kadılık Mektebi'nin imtihanına girdi ve burayı da birincilikle kazandı.
Medrestü'l-Kuzat'tan iyi derece ile, Medresetü'l-Mütehassisin'in Tefsir ve Hadis bölümünden ise, 1919 yılında birincilikle mezun oldu.
Böylece, bir taraftan "İslam Hukukçusu" diğer taraftan "Dersiâm" olmuş oluyordu. O zamanın ilim muhitinde dersiâm, umumi müderris, yani icâzetnâme verebilen alim demekti ve bu ilmî en yüksek rütbe idi.
Bu senelerde ise Osmanlı Devleti son anlarını yaşıyordu. Birinci dünya harbinden mağlub olarak çıkmış, memleketin her tarafı Avrupalı istilacılar tarafında istila edilmişti. Ardından İstiklal harbi başlamış, neti-cede İslam halifeliğinin merkezi olan Osmanlı devleti yıkılmış halifelik kaldırılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devletin yeni yeni kanunları da oldu. Bunlardan biri de Tevhid-i Tedrisat Kanunu idi.
Bu kanuna göre Medreseler ve diğer dini eğitim müesseselerinin tamamı kapatıldı. Eğer gerekirse din eğitimi de lâik Türkiye Cumhuriyeti okullarında verilecekti...
Bu haber, İstanbul müderrisleri cemiyetinde hararetli tartışmalara sebeb oldu. O vakit, bu müderrislerin sayıları 500-520 civarındaydı. Bu kanunla, hepsinin asıl vazifesi olan "müderrislik"lerine son verilecek, kendileri de, yeni hükümet'in uygun göreceği müftülük, imamlık, vaizlik gibi yeni vazifelere tayin edilecekler veya emekli olacaklardı.
Müderrislerin hemen hepsi, bu durumu kabullenmiş gibi görünüyor-lardı.
Efendi Hazretleri ise, bu hadisenin, din ilimlerinin ve Kur-an ilimlerinin kaybolmasına sebeb olacağını düşünüyor ve durmadan diğer arkadaşlarını ikâz etmeye çalışıyor ve onlara şöyle diyordu:
—"Ey dersiâmlar! Sizler bu memlekette, bu gün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi okutup, bir iki nesil boyu, İslam'ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u ilâhîde mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız."
Fakat zamanın idaresinin dine bakış açısını bilen müderisler, hiç de istekli görünmediler.
Efendi Hazretleri sonunda, arkadaşlarından bazılarını güçlükle ikna ederek Ankaraya imzalı bir dilekçe gönderdiler. Bu tarihi dilekçede dersiamlar şöyle diyorlardı:
—"Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, Hükümetimizin Harb-i Umumi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısıyla, mâli muza-yaka (sıkıntı) içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ve İslâmî ilimleri fahriyyen (maaşsız) okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..." Bu dilekçeye Ankara'dan şöyle bir cevap geldi:
"Memlekette Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket şiddetle cezayı müstelzimdir."
Bunun üzerine dersiamlar çeşitli memuriyetlere tayin edildiler. Efendi Hazretleri de İstanbul'a Vaiz olarak tayin olundu.
Dersiamların "Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdî edilecek yeni mesleklere gidelim." diye pek çokları da hakimlik ve savcılık gibi vazifeleri tercih ettiler.
Efendi Hazretleri bu arkadaşlarını şu tarihi sözleriyle ikaz etmeye çalıştı:
— "Efendiler, hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık Allah'ın, resûlullah'ın, kitâbullah'ın ve din-i mübin'i İslam'ın tebliğ me-murluğudur" .
Bu ikazlar hiç bir netice vermedi ve Efendi Hazretleri bu sahada yalnız kaldı.
Takatinin yettiği kadar İslamî ilimleri okutmaya karar verdi.
SILAİ RAHİM
1926 senesinde, şimdi Bulgaristan hudutları içinde kalan doğup büyüdüğü 200 hanelik Ferhatlar Köyü'ne bir ziyaret yaptı. Bu ziyareti 40 gün sürdü. Seneler önce ilim tahsili için ayrıldığında bir Osmanlı beldesi olan Ferhatlar ve tarihî Silistre şehrini son defa ziyaret ediyordu.
Efendi Hazretleri anne ve babası ile hasret giderdi. Geşmişleri birlikte yâd ettiler.
Kimbilir belki de, Müderris Osman Efendi, talebeyken gördüğü rüyayı, muhterem oğluna anlattı ve bu rüyada gördüğü nurun kendisi olduğunu ve buna layık olması için çalışması gerektiğini söyledi.
40 gün sonra, dünya gözü ile anne ve babasına son defa bakıp vedâ ederek İstanbul'a döndü.
DİNİ İÇİN VERDİĞİ MÜCÂDELE
Efendi Hazretleri İstanbul'a döndükten sonra yine bütün gayreti ile dinin yayılması hizmetlerine sarıldı.
Ancak talebe okutmak istiyor, fakat talebe bulamıyordu. O günkü idârenin İslam dini üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan insanlar, bırakın okuyup yazmayı, seslice "Allah" demekten bile korkuyorlardı. İslam'ın 5 temel şartı yerine getirilmiyor, bir hatim duası veya bir yağmur duası merasimi bile tertiplenemiyor, babalar anneler kendi çocuklarına bile Kur'anı Kerimi ve dini bilgileri okutamıyorlardı. Özel mahkemeler kurulmuş şehir şehir dolaşmış, şehir ve kasabalarda hatırı sayılır ne kadar hoca buldularsa sudan bahanelerle idam etmişlerdi. Artık hoca da kalmamıştı. Ülkede yeni rejimi oturtmak uğruna tam bir hürriyetsizlik ve baskı hüküm sürüyordu. Hocalar hocalıklarını, müslümanlar müslüman-lıklarını gizlemek zorundaydı. "Herkes pireler gibi saklanıyor" ve kimse ortaya çıkmıyordu.
Efendi Hazretleri (k.s.), o günleri şöyle anlatıyor:
—" Okutma imkânı yoktu, fakat okuyan da bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı; çünkü korkuyorlardı. O zaman, ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz, dedim. Fakat sonradan Cenâb-ı Hakk sebepler halketti ve okutma imkânı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi yürüyor... Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın bize lûtfudur."
Efendi Hazretleri, bir yandan İstanbul'un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumla-rında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. 1936 senesinde gençlerden ilk talebesi Tüccar Halil Kacar Bey'in oğlu Mehmed Kemal Bey idi.
Neticede yavaş yavaş bir ilim halkası oluştu. İslâmî ilimleri tahsile Önce yaşlılar gelmişti. Gedikpaşa'daki Azakzâde apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Tüccar Hacı Refik Bey, Biletçi Mehmed Efendi'yle oluşan halkaya sonra, biletçi Hüseyin efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Mustafa Efendi dahil oldu.
Çember zaman geçtikçe büyüyordu...Topçular'da, Kısıklı'da, Şehzâdebaşı'nda hayli talebe birikti.
Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul'da bunalttılar, Kabakça'ya oradan Kuşkaya mağarasına gitti. Orada da yakaladılar, Toroslar'a gitti. Trende ve vapurda yolcu gibi oturup müteaddit gidiş gelişler yaparak bazı talebelerine dersler okuttu.
—"Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed'in evlatları cehenneme bir sel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kârdır" diyordu.
Bu defa vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Gûya maddi imkânsızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi.
—"Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince, koşarız" buyuruyordu.
Böylesine bir hal Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye ricâlinden hiçbirinin devrinde vukubulmamıştı. Hatta dünya tarihinde bile yoktu. İşte Efendi Hazretlerinin irşad vazifesi ile vazifelendirildiği devir böyle bir devirdi.
Nihayet ne oldu ise ve nasıl oldu ise, 1949'da resmî Kur'an kurslarının açılmasına izin veren kanun çıktı. Nizamlı intizamlı, yerleşik olarak başlayan Kur'an kursları, 1950 Demokrat parti iktidarının getirdiği nisbeten rahat ortamda, hızla inkişaf etti...
1950 SONRASI
1950'lerde, dini faaliyetler kısmen rahatladı.
1951'de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Beyin Çamlıca'daki evinin birinci katında ilk Kur'an kursu açıldı. ilk "resmî" Kur'an kursu ise 1952'de Aziz Mahmud Hüdaî hazretlerinin çilehânesinin yanında bulunan bir binada, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak faaliyete geçti.
Bir yandan yeni başlayanlara "ibtidaî" dersler okutulurken bir yandan da "Tekâmül" seviyesinde yüksek dînî dersler veriliyordu. Efendi Hazretlerinin iki aylık hızlı kurslara tabi tuttuğu talebeler, müftülük imti-hanına girip imtihanı kazanıyorlardı.
TALEBE İLE ÇOK YAKINDAN ALAKADAR OLUYORDU
Efendi Hazretleri (k.s.), talebenin her türlü ihtiyaç ve dertleriyle bizzat meşgul oluyordu.
Birgün talebe başkanını çağırmış, yemeklerinin durumunu sormuş-lardı. Talebe başkanı,
—" İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla sirke aldım, yemeklerin yanında domates salatası yapıp yiyoruz" deyince, Efendi Hazretleri (k.s.), iç cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir elli lirayı başkana uzatarak:
—" Bir daha aranızda para toplamayın, ihtiyacınız olunca bana haber verin" buyurmuştu.
—"Talebeden para alınmaz, talebeye para verilir" diyordu. Talebenin ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten aldığı ücrete hiç dokunmayıp, talebelerine sarfediyordu.
ANADOLUYA YAYILIYOR
Kurslar Anadolu'da açılmaya başladı. Antalya, Kütahya, Bolu, Düzce, Adapazarı, Çorum, Ankara, Konya ve İstanbul'da yetişen talebeler yeni açılan yerlere hizmete, talebe okutma ve halkı irşâd etmeye gönderiliyordu. 1952-1959 hizmetlerin patlama yılları oldu.
Memleketin dört bir yanında hizmet veren talebelerinden aldığı hizmet haberleri, onu en sevindiren şeydi. Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Her Kur'an kursu açılış haberi gelince, ziyadesiyle memnun olur, ders veya sohbet esnasında bile olsa, ara verip hemen:
— "Hadi bu nimetler karşısında iki rekat şükür namazı kılalım, diyerek yanındakilerle birlikte şükür namazı kılarlardı.
Bir gün Prof. Dr. Asâf Ataseven, Efendi Hazretleri'ni (k.s.) ziyarete gittiğinde, Efendi Hazretleri'nin arkasında işaretlenmiş bir harita görerek bunun mahiyetini sormuş, o da, bunların, açılan Kur'an Kurs'larının yerleri olduğunu ifade etmişti.
Onu en çok sevindiren olaylardan birisi de talebelerinin hizmete şevkle gitmesi idi.
Bolu'da, bir gün sonra hizmete dağılacak talebelere, yaşlıca bir zât:
—" Nereye gönderilse gider misiniz?" diye sormuş, talebelerin hepsi aynı cevabı vermişti:
—" Nereye olsa gideriz, çünkü Hazret-i Üstâz bizi yalnız bırakmaz." demişlerdi. Bunun üzerine o zat;
—"Siz Hazret-i Üstâd'ı annenizden babanızdan daha mı çok seviyorsunuz." dedi. Onlar da;
—"Evet, biz Hazret-i Üstâz'ı annemizden, babamızdan daha çok seviyoruz." cevabını verdiler.
Bunun üzerine o zât, hadiseyi Efendi Hazretlerine anlatınca Efendi Hazretleri :
—"Tabii... Anne babaları onların bu denî dünyaya gelmelerine vesîle olmuştur. Biz ise onları Alem-i Ervahtan alıyoruz, dünya, kabir, mahşer ve sualden geçirip, cennet ve cemâl-i İlâhi'ye kadar götürüyoruz" buyurduar.
ZEVCELERİNİN YARDIMI
Bütün bu zorlu yıllarda, muhtereme zevceleri Vâlide Sultan Hafize Hanımefendi de, Efendi Hazretleri'ne tam destek olmuş, sıkıntıları, zorlukları efendisiyle paylaşmıştır.
Sıkıntıların çok olduğu senelerin birinde Vâlide Sultan:
—"60 talebenin bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem 60 kurban keseceğim" diye nezr etmişti.
1955'lerde, sadece bir kursta 160 talebe bir arada huzur içinde ders okuyordu. Vâlide Sultan da her hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini yerine getirmişti.
CEZAYİR MÜSLÜMANLARI İÇİN YAPTIĞI DUA
Efendi Hazretleri, dünyadaki bütün müslümanların derdini kendine dert edinmişti. 1956'da Cezayir müslümanları Fransızlara karşı istiklâl mücadelesi verirken Türkiye hükümeti beynelmilel mahfillerde Fransızları desteklemiş ve Birleşmiş Milletler'deki oylamada Cezayirliler aleyhine oy kullanmıştı. Bu politika İslam dünyasında Türkiye'nin çok büyükitimat kaybına sebep olmuştu. Cezayirde, onbinlerce müslüman kanı Fransızlarca akıtılmıştı.
İşte bu yıllarda Efendi Hazretleri (k.s.), vaazlarında "Cezayirli kar-deşlerimize hiç olmazsa dua ile yardım edelim!" demiş bu dua üzerine savcılıkta ifadesi alınmıştı.
KÜTAHYA -BURSA HADİSELERİ
Türkiye'de1950'de demokrasiye geçilmesine rağmen 1956'larda müslümanlara tekrar baskı oluşmaya başlamıştı. Her ne kadar, iktidar partisi değişmiş ise de, zihniyet değişmemişti. Hükümet çeşitli uygulamaları ile müslümanlara nefes aldırmamaya başlamıştı.
Bursa'da o günün iktidarı tarafından düzmece Mehdî hadisesi tertip edildi.
Namaz kılmasını bile bilmeyen bir takım kişiler, akşam vakti Bursa Ulucami'ye geldiler. Ertesi gün cuma namazında, hutbe esnasında hadise çıkartıp, müdahele edenlere de saldırdılar. Yakalandıkları vakit, tertip icabı, kendilerini Süleyman Efendi Hazretleri'nin (k.s.) gönderdiğini iddia ettiler.
Bunun üzerine Efendi Hazretleri (k.s.) İstanbuldaki evinden alınarak 59 gün bazı talebeleri ile birlikte Kütahya Hapisanesinde tutuldu. Fakat o, hapishanede de Kur'ân-ı Kerîm'e hizmetten geri kalmayıp nice mahkumların hidayetlerine vesile oldu.
Mahkemede, Efendi Hazretleri (k.s.) tarafından gönderildiklerini iddia eden kimselere hakim :
— Siz Süleyman Efendi tarafından gönderildiğinizi iddia ediyorsunuz. Bakın bakalım; Şu insanlar içinde Süleyman Efendi hangisi diye sordu. Efendi Hazretleri'nin "hazırûndan hangisi olduğu"nu bilemediler ve hâkim tarafından kovuldular. Efendi Hazretleri (k.s.) de beraat etti.
TEKERİ PATLAYAN ARABA
1957 senesindeki bu 59 günlük hapisten çıkınca yakınlarından bazıları kendisine:
—"Efendim, rahatsızsınız, biraz dinlenseniz" diye söylediler. O ise onlara şu tarihi cevabı verdi:
—"Evladım, tekeri patlayan şöför, tamir bitince kaybettiği vakti kazanmak için daha hızlı gider. Biz de bu iki aylık kaybı daha fazla çalışıp kapatmamız lazım" buyurmuşlardı.
DÜNYADAN AYRILIŞI
Efendi Hazretlerinde şeker hastalığı vardı. O hastalığına rağmen hizmetten ve talebelerinden bir an ayrılmadı. Ömrünün sonuna kadar her gün, 4 vasıtayla Çamlıca'dan Topçular'a talebelerini okutmaya gitti. Topçular Kur'an Kursunu son teşriflerinde, Kur'an-ı Kerim hatmi yaptır-dıktan sonra talebelerine son derece veciz ve kıymetli nasihat ve tavsi-yelerde bulundu.
Bu konuşması onun veda sohbeti gibi idi. Vefatına işaretle:
— "Bir daha görüşmemiz mümkün değildir. Görüşmemiz inşaallah rûz-i cezâda olur, yevm-i mahşerde olur" buyurdu. Çıkarken de tekrar topluluğa dönüp,
—" Evlatlarımı, dünya gözü ile bir kere daha göreyim" diyerek, onlara baktı ve oradan ayrıldı.
Bu hadiseden kısa bir müddet sonra da madde âleminden mânå âlemine irtihal buyurdular.
CENAZE NAMAZI VE DEFİN HADİSELERİ
Gasil işleri Kısıklı’da evinde yapıldı. Naaşı şerifleri Fatih Camii avlusundaki Dersiamların bulunduğu kısma tevdi edilecekti.
Kısıklı'da, cenâze merasimine katılmak üzere mahşerî bir kalabalık toplanmıştı. Bir kısmı da Fatih camii'nde toplanmışlardı. Tabut, Üsküdar'a götürülecek, oradan da karşıya geçirilip Fatih Camii avlusundaki mezarlıkta dersiâmlara mahsus kısma defnedileceti. Bunun için Bakanlar Kurulu izni de alınmıştı.
Cenâze alayı, son anda, (Bakanlar Kurulu kararına rağmen) İçişleri bakanı Namık Gedik'in emriyle polisler tarafından durduruldu. Polisler, cenazenin "Karacaahmet Mezarlığına açtırdıkları yere gömülmesi" için zorladılar. Cenaze sahipleri de firaset ve dirayetle, hadise çıkarmadan (istemeyerek de olsa) bu zorlamaya rıza gösterdiler ve Efendi Hazretleri'nin (k.s.) mübârek na'şları Karacaahmet Kabristanı'ındaki makamına tevdi edildi.
Fâtih'te bekleyen kalabalık da bu hadiseyi duyar duymaz karşı tarafa geçmiş ise de çoğu defin merasimine yetişemedi.
Efendi Hazretleri vefatından senelerce önce bir vesile ile şöyle buyurmuşlardı:
— "Bizim dünya hayatımızdan korktukları gibi vefatımızdan da korkacaklar."
.........
Cenazelerini engelleyenlerin âkıbetleri ise; ayrıca incelenmeye değer bir konudur.
Namık Gedik'in 1960 ihtilalinde Harbiye talebeleri tarafından nasıl öldürüldüğü, sonra da alelâde bir çukura nasıl gömüldüğü, diğer mes'ul şahısların da iki sene sonra aynı güne tesadüf (!) eden (16-17 Eylül'deki) idam edilerek ölümleri tarihe mal olmuş bir hâdise olarak meşhurdur.
VEFATINDAN SONRA
Efendi Hazretleri'nin mânevî vazifesi ve irşad salâhiyeti, tamamiyle ve kemâliyle devam etmektedir. Bunu tasavvufî ta'birle ifâde edersek; tasarrufu mânen devam etmektedir.
Nitekim bağlıları, 1959'dan beri onun himmet ve teveccühleriyle hiç bir yanlışa ve sapmaya meydan vermeden "Ehl-i sünnet" çizgisinde hizmetlerini sürdürmektedirler. Bu yolla, dünyanın her yanında dînî hizmetler gün be gün inkişaf edip yayılmaktadır.
Bu istikrarlı hizmette onun çizdiği düsturlar çok mühimdir. Bir gün talebelerine :
—"Bu vazifeleri siz devam ettireceksiniz. Buna mecbursunuz. Bunu yapmadığınız takdirde şu 10 parmağımı mahşerde yakanızda bulacaksınız. En nâmüsait zamanlarda dahi talebe okutmaya devam edeceksiniz. Dağ başında olsanız, elinize bir kişi dahi geçse ona Kur'an'ı ve dini öğreteceksiniz..."
Onun hedefi, Kur'an ilimlerini öğretmek ve yaymanın yanında, Kur'an'ın hükümlerini de yaşatmaktı. Hayata taalluk eden hususları öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda harfiyyen tatbik edilmesini de isterdi. Kendisi, bizzat yaşayarak, Resülüllahın sünnetine uygun bir hayatın nasıl olması gerektiğini, talebelerine gösterir, sadece " kâl" yani söz yoluyla değil, "hâl" yani şayarak irşadda bulunmalarını ister ve tenbihlerdi. Ders için zaman ve mekân seçmezdi. Ders yeri ne kadar uzak olursa olsun, dersini aksatmazdı. Kısıklı'dan topçular'a 4 ayrı vasıtayla ulaşabilmesine rağmen hiç yüksünmeden gidip gelirdi. Günün 24 saatinin uyku ve ihtiyaçları dışındaki bütün vakitlerini bu uğurda harcar hatta az uyumalarına rağmen "Allah bizi az uykuyla kandırsa da, keşke daha çok ders okusak" diyerek, günün tamamını değerlendirmek isterdi.
ÇOK SÜR'ATLİ BİR EĞİTİM
Efendi Hazretleri (k.s.), dinî eğitim ve tedrisata muazzam bir sür'at kazandırmıştır. Eskiden 10-15 yıl süren tedrisatı, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla, 2-3 seneye sığdırmıştır.
Hayattayken basılmış tek eseri "Kur'an Harf ve Harekeleri" isimli küçük elif-ba cüzüdür. Bu kiymetli eserle, Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, aylardan günlere, hatta saatlere inmişti.
—"Şimdi sürat zamanıdır, tahsili uzatma zamanı değildir" buyururdu.
DERS OKUTMA METODU
Bir müddet okuttuğu talebelerini, Anadolu'nun muhtelif yerlerine gönderir, va'z u nasihatler ettirir, oradaki müslümanlara Kur'an öğretmelerini tenbih ederdi. Vazifesini tamamlayıp gelenlere, okumadıkları kitapları okutarak, tedrisatlarını tamamlardı. Onun talebeleri bir taraftan ilim tahsil ederken, diğer taraftan da Ümmeti Muhammed'in evladına öğretirlerdi. O ve talebelerinde "hizmette emeklilik yoktu". Peygamber Efendimizin, beşikten mezara kadar ilim tahsil etme düsturunu bizzat uygular ve talebelerine de uygulatırdı. Medresedeki, hocanın ibareyi okuyup mâna vermesi ve talebelerin dinlemesine dayalı öğretim metodu yerine, talebelerin önceden çalışarak ibâreyi okuma, manâ verme ve anlatmasına, hocanın da onların eksiklerini tamamlamasına dayalı yeni bir metodla tedrisat yapardı. İbareyi, ders halkasında bulunan bütün talebelere sırasıyla okuttuğundan, talebelerin dikkatini kitaba ve derse yoğunlaştırırdı. İbareyi okuyan talebeye;
—"Harf-i cer'e dikkat et, zamiri atlama" gibi ip uçları verdikten sonra okutur ve onların yaptığı küçük hataları görmezden gelirdi. İbârenin bütününü ve anlatılmak isteneni anlayabilmişlerse, telaffuz ve iğrab hatalarına kızmaz:
—"Dumanı doğru çıksın yeter" diye onları teşvik ederek ezbercilik yerine dersin özünü kavramalarına önem verirdi. Meseleleri izah ederken kaynak gösterir, delilsiz hüküm vermezdi.
Medreselerdeki 15-20 senelik tahsili 2-3 seneye sığdırması, sadece ilmî bir metodla olacak şey değildi. Her türlü ağır şartlar altında böyle bir başarı, ancak, Cenâb-ı Hakk'ın ona bir lütfu ve Vâris-i Nebî olmanın bir keremidir.
TALEBEYİ ÇOK SEVERDİ
Talebelerini çok severdi. İlim öğrenme ve talebe sevgisi onda aşk derecesindeydi. Her talebenin maddi mânevî rahatsızlıklarıyla ilgilenir incinmemeleri, örselenmemeleri için elinden gelen gayreti gösterirdi. Birisi biraz rahatsızlanacak olsa kendisi bizzat doktora götürür, ilaçlarını yaptırır, tedavileriyle uğraşırdı. Aslâ talebe seçmezdi. Talebelerin arasında zengin-fakir zeki - kıt anlayışlı ayrımı yapmaz, hepsiyle ilgilenirdi.
—"Evinin yolunu bulabilsin yeter; Allah'ın izniyle okuturuz". derdi. Talebelerinin çekingenliklerini, korkularını, onlara sevgisini hissettirerek yenerdi. 10-12 yaşlarındaki çocukları, minberlere, kürsülere çıkarır; milletin dedikodusuna ve her türlü baskıya sabretmelerini telkin ederdi. Kendisine ve talebelerine yapılan bu baskılar karşısında:
— "Elhamdülillah! Bu çektiğimiz sıkıntılar, Resülüllah Efendimizin yolunda olduğumuzun delîlidir" buyururlardı.
O zamanın bazı hocaları iki üç senede adam yetiştirmesine bir türlü akıl erdiremezlerdi. Hele 1 saatte, Kur'an-ı Kerimi okuma kaidelerinin tamâmını öğretip, Kur'an okutmaya başlamasına hiç akıl erdiremiyorlardı. Bazı haset odakları, canlı eserleri boy boy, Camii kürsülerinde vaaz ederken, namaz kıldırırken, müftülük yaparken gördüler, fakat inanmadılar. İmtihan ettiler. Sarf', Nahiv, Fıkıh, Kelâm, Ferâiz, Hadis ve Tefsir'den sorulan sorulara eksiksiz cevaplar alınca, bazı insaf sahipleri takdirle karşılarken, çoğu da hasedinden işi düşmanlığa kadar götürdüler.
İSTANBUL EFENDİSİ
Dersleri hiç sıkıcı olmazdı. Uzun derslerin aralarında bazan hatıralarını bazan da hikmetli hikâyeler anlatarak talebeleri rahatlatır, dersten soğumamalarını sağlardı. Talebelerinin din ilimleri sahalarında yetişmelerini arzu ettikleri kadar, dünya işlerine de vâkıf olmalarını arzu buyururlardı. Talebelerine sadece ilim öğretmekle kalmaz, onları her yönden eğitirdi. Onun tedrisatından geçen talebeler, hâl, konuşma ve giyimleriyle tam bir beyefendi olurlardı.
—"Benim evlatlarım, çarıklarını sürüye sürüye gelirler, birer İstanbul Efendisi olarak dönerler" buyurur ve bunu da kelimenin tam manasıyla gerçekleştirirlerdi.
Gerçek bir beyefendi, bir İstanbul efendisiydi. Tertemiz ve sade giyinişiyle, davranışlarıyla, vakarıyla, kendisini uzaktan tanıyan ve hatta tanımayıp ilk defa görenlere dahi, bir hürmet ve ta'zim hissi uyandırırdı.
İstanbul'un işgali sırasında, karşıya geçmek üzere bir vapura binmiş ve vapurun dolu olması sebebiyle ayakta kalmıştı. Yukarıdan, kaptan köşkünden kendisini gören gayri müslim kaptan, haber göndererek, yukarı gelmelerini istemiş ve:
—"Siz ayakta kalacak insan değilsiniz, buyurun buraya oturabilirsiniz" diyerek, kaptan köşkünde oturacak yer göstermiş ve uğurlarken de:
—"Bu vapura her bindiğiniz de, gelip buraya oturabilirsiniz" diye eklemişti..
Kendisini sevenler ve hürmet gösterenler bir yana, kendisine sıkıntı verenlere bile tebessüm ve muhabbetle yaklaşır, mümkün olduğunca gönüllerini alırdı. Evini aramaya gelen polis memurlarına kahve ikram etmesi ve ev halkının garipsemelerine karşı da:
—"Onlar memurdurlar, vazifelerini yapıyorlar, yorulmuşlardır" diye karşılık vermesi, bunun en güzel misallerindendir.
Bir Ramazan ayında, iftar öncesinde, evinin karşısındaki kahvede oturan ve kendisini takiple vazifeli sivil polis memuruna giderek :
—"Oğlum, sen oruçlusun, akşam da yaklaştı, benim arkamdan gel de, bizde iftar edelim. Daha sonra vazifene devam edersin" deyip evine davet etmesi, polis memurunu son derece şaşırtmış ve duygulandırmıştı.
Bu güzel hareketin neticesidir ki, daha sonra bu polis memuru da onun hizmet halkası arasına katılmışlardır.
İnsanlara ve bilhassa talebelerine karşı son derece nazik ve müşfikti. Okumak talebiyle Anadolu'dan gelen gençleri biraz bekletmiş ve yanlarına geldiğinde de:
—"Evlâdım, terli idim, o yüzden geciktim, özür dilerim" diye gecikme sebebini söyliyerek nezâketini ortaya koymuştur.
Ölçülü ve zekice olmak şartıyla lâtifeyi sever, zaman zaman talebeleri ve ehl-i beytiyle lâtifeleşir, şakalaşırdı.
Hayattaki zorlukları tebessümle karşılamasını bilirdi. Dini tedrisatın yasak olması yüzünden, Çatalca'da Kabakça'nın Kuşkaya mevkiinde, kovuklarda talebe okutmaya başlamıştı. Fakat, "idare" bir türlü yakasını bırakmıyordu. Kendisini sürekli tâciz ederek, her gittiği yerde bulan ve karakola sevk eden astsubay, orada da talebelerine ders okuturken bulmuştu. O ise, bu tatsız hadiseyle talebelerinin şevkinin kırılmasını önlemek ve durumun ne derece acı olduğunu ifâde edebilmek için, astsubaya bakmış, gülümsemiş ve:
—"Evladım, sen tazı olsan, dağda tavşan bırakmayacakmışsın" demişti.
İnsanın sabrını taşıracak hadiseler karşısında bile sakin bir şekilde geçiştirir, karşısındakine koz olacak tavırları asla sergilemezdi. En olumsuz şartlarda bile ye'se=ümitsizliğe düşmez, pes etmeden kararlılığını devam ettirirdi.
Gayeye vâsıl olmak için her türlü çileye göğüs gerer, aslâ makam ve mevki hırsı taşımazdı.
—"Hizmet muvaffak olsun da varsın bizim yerimiz caminin pabuçluğu olsun" derdi.
Peygamber Efendimizin örnek hayatını tam manasıyla yaşardı. Resûlullah (s.a.v.) Efendimize bağlılığı ve O'nun sünnet-i seniyyesine te-b'ıyyeti, tarif edilemiyecek kadar fevkalâdeydi. Resûlullah'ın sünnetlerini normal ibâdetlerde yerine getirdiği gibi, nafile ibâdetlere de çok dikkat ederdi. Her gece teheccüt namazına mutlaka kalkardı. Buna ilâveten duha ve evvâbin namazlarını da geçirmezlerdi. Sabah namazından önce ve sonra Evrâd-ı Bahâiyye ve Evrâd-ı Fethiye'yi okurlardı...
MÜBAREK SÖZLERİNDEN... İLİM VE İBADET
— Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbâl sevdasına düştükleri şu günde, Mevla'nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah ve Rasulüne yönelen, gölge gibi dünyayı ve her hayrı kendine tâbi kılar. Âhirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise âhireti kazanamaz. zîrâ âhiret hakikat, dünya haleftir. Ağacı kökünden götürürsen, gölge de beraber gelir. Âhirette ne varsa, dünyada onun misali vardır. Eğer olmasa âhiret yalan olur. Dünyada ne varsa, âhirette onun misali vardır. Eğer olmasa dünya yalan olur. Teyemmüm abdestin halefidir, dünya da âhiretin.
TALEBELERİNE VERDİĞİ EHEMMİYET
— Ben şu denî dünyayı, evlâtlarımın kirli tırnağına değişmem,
— Sizler, Allah'ın memuru, peygamberin memuru, dinin memuru, kitabullâhın memuru, füyüzât-ı ilâhîyi tevzi memurlarısınız.
—Allah'ın zâtını, sıfâtını, peygamberin sünnetlerini, dînin, şer'i şerîfin hükümlerini, Allah'ın kitabını bilmeyenlere kitabullahı öğretip, kalblerine feyzi ilâhî aşılamakla memursunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmak. Gaye rızâ-i ilâhîdir."
ÜNVANINIZ
— Sizler, El-mücâhid fî-sebilillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm, (Ünvanınız: Sizler, cemâli ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahitlersiniz), buyururlardı.
YUNUS EMRE
Yûnus Emre'den söz eden birine:
— Yûnus Emre ne yapmış; vahdeti vahdette aramış. Köşesine çekil-miş kendine hizmet etmiş. Biz, vahdeti kesrette (çoklukta), rızâ-i Hakkı halk arasında, halka hizmette arıyoruz. Enbiya-i Mürselîn yolundayız, buyurdular.
TEK HEDEF
— Bizim para, pul, mevki, makam, siyaset, politika, kavga ve gürül-tüyle işimiz yok. İstisnasız her müslüman çocuğunu da okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.
İLİM HAKKINDA
— İlim, nûr-ı ilâhîdir. İnsan ise kovan. Kirli bir kovanda arının durmadığı gibi, isyan ve zulmetle kirlenmiş vücud ve kalbde de ilim durmaz.
KORKU
— Hak'dan korkan, halktan korkmamalı. İşini düzgün yapanın, içi de düzgün olur.
TEFRİKA
— Vasiyetim olsun: Tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehl-i sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
HASET
Nefsin kuvvetli hastalıklarından biri hased olduğu gibi, şeytanın kuvvetli tasarruflarından biri de vesvesedir. Kur'an-ı Kerim'in, tertibinde hased ve vesvese ile nihayet bulması, bu işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün arzuları menfaat olup, emel ve arzuların tavanı yoktur. Menfaatperest insanlar, nefsin köleleridir.
İmam-ı Rabbanî evladları ise, şöyle düşünür: Herkes müslüman olsun, Hak yolunu bulsun. Bizden evvel cennete girsin. Zengin ve âlim olsun. Bizler de Hak yolunda hâdim olalım, (hizmet edelim) derler."
NEFS
—"Ana, meme verdikçe çocuk büyüdüğü gibi, nefis de, arzularına uyuldukça büyür. Hatta velî olsa, peygamber olsam der. Nefs-i emmare ancak râbıta ile terbiye olur."
—" Nefis kepazeliği sever ve kötülük için rehberlik eder. Fransız kâfiri seni cehenneme götüremez lâkin nefs, seni cehenneme götürebilir. "
HAKİKİ MÜRŞİD
—"Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle kendilerine tâbi olmak, manevî feyzinden her hususta istifade etmek câiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir."
BÜYÜKLERİN ÖLÜMÜ
—"Âriflerin ölümüne üzülmeyin o gâfillerin gözünden kaybolmak içindir. Gâfil olmamaya gayret edin. Vazifede gevşek olanların kulakları Âlem-i emir'den çekilir.
Meyve veren ağaca kuru denilmediği gibi, eseri devam eden zevâta da ölü denmez.
Yılanın gömlek bıraktığı gibi, asıl olan cesed değil ruhtur. "
İMAN BAHTİYARLIĞI VE EMANETLER
—"Yemin ederim, çocuklar, bu dünyanın en bahtiyar insanlarısınız. Daha size bazı şeyleri vermeyecektim. Amma benimle kara topraklara gitmesinler diye veriyorum. Bu civardan geçen bütün aktâb-ı kirâm, üzerlerindeki emânetleri, bugünün merkezine bırakmadan geçmediler. Çünkü geleceği biliyorlardı."
NEME LAZIMCILIK
—“Her koyunu kendi bacağından asarlar” sözü yanlıştır. Dinimizde neme lâzım demek yok; bana lâzım demeli."
DİN VE DÜNYA MENFEATİ
—"Dini dünyaya âlet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hâle geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi mâneviyata karıştırmayın."
YEMEKTE NİYET
—"Yemek yerken, su içerken ibâdet için kuvvet olsun ya Rabbi diye, Mevlâ'nın huzuruyle olduğunu düşünmek lâzım.
EMİR VERMEK
—"Emir vermeye alışmayın. Ben validenizden su dahi istemem. Emir vermekle sözün ruhu ölür. İhbar, emirden daha müessirdir. Misâl: "Benim oğlum sigara içmez değil mi?" gibi."
OKUMADA GAYE
—"Okuyup ne olacaksın? diyenlere, şöyle cevap vermeli: Öğrendiğimle amel edeceğim. İlmimi ikmâl edip de vazife verildiği vakit, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rızâ-i ilâhiyi kazanmaya çalışacağım.
Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı. zîrâ ilmi gırtlaktan yukarı kafada kalmış, kalbine inmemişti. Kıyas-ı fâside ile "Ben ateşten, Âdem ise topraktan halkolundu. Ateş şereflidir. Âlâ ednâya secde etmez." dediğinden, rahmet-i ilâhiden ebediyyen mahrum oldu."
AMELSİZLERİN DÜŞMANLIĞI
—"Amelsiz ilimde hayır olmadığından ehli ihlâsa hasedleri sebebiyle hasım olurlar. İlimleri Kur'an ilmi, güzeldir; lâkin amel etmediklerinden fayda yerine zarar verir. Cehenneme götürür. Ve aleyhinde şehadet eder. Ehli ihlâsa muhalefetleri, feyz-i ilâhiden mahrum ve nefs-i emmâreye mağlubiyetlerindendir. Böyleleri dokuz hac yapsa, Rasûlüllah dokuz defa kovar. Ve:
— Ümmetin irşadı için dokuz kuruş vermez, bu yolda dokuz bin harcarsın. Defol, sana farz olan şey, cehennem yolunu tutmuş olan efrad-ı ümmeti kurtarmaya çalışmaktır. Cephe bozulmuş, cihad umûma vacib olmuş. İlim tahsili farz-ı kifâye iken, bir miktar âlim kâfi idi. Şimdi düşman evimize kadar hulûl etmiş, bütün aile ferdlerini ifsad etmekte, hak yoldan sapıtmakta. İlmî cihadın farziyet ve zarûretini anlamak lâzım. Çoluk çocuğu başıboş bırakarak ateşe terkedip de buralara gelmek, rızâ-i ilâhiye muvafık değildir, diye Rasûlüllah (s.a.v.) kovar."
ENEL HAK SÖZÜ
— "Hallâc-ı Mansur'un "Enel-hak" demesi (Ben hakkım) demek değil, (ene alel hak) ben hak üzereyim, mânâsındadır. Kur'ân-ı Kerim ve hadîs-i şerifte te'vilât yapıyoruz da evliyaullahın sözünü neden hüsnü te'vil etmiyoruz?"
SALEVATIN MANASI
—" Rasûlüllah'a salavât-ı şerife getirmek: O zaten rahmetle dolu. Dolu hazineden taşıp birçok itibar ve bereketlerle bize döner."
İMAMLIK
—" Fâsık ve fâcirin fıskı, itikadda değil de amelde ise, imâmeti câiz-dir. zîrâ mihrabın kerâmetiyle, günahları üzerinden alınır. Tekrar günah işlemedikçe iâde edilmez. Eğer tekrar işlerse, merkebin semeri gibi diğer günahları ile birlikte bindirilir.
Fıskı, itikadda ise imameti câiz olmaz. Bozuk makineden düzgün kumaş çıkmaz."
DÜNYA MALI
—"İnsan gölge peşinde koşmaz. Dünya gölge gibidir. Nasıl güneşe karşı gidilse, gölge seni takip eder, peşini bırakmazsa; güneşe arka çe-virirsen, gölge öne düşer, ne kadar koşsan yetişip yakalamak kaabil olmaz. Hakka dönüp (gölge misâli dünyayı) kendine tâbi kılmalı..."
VAHDETİ VÜCUT
— "Size ta'lim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdet-i vücud ve sair nuru sönmüş tarîklere aslâ rağbet etmeyin.
KERAMET
—" Her hâli kerâmetü'n - nebi olan yolumuzun gayrisinde, hiçbir kâr ve kerâmet aramayın."
Ya Rabbi kalb gözümü açıp da beni perişan etme diye, duâ etmeli."
DİN İLMİNDE İHMAL
—" Hiçbir zaman, his ve tecrübeden ibaret olan, ulûm-i müsbeteyi, ulûm-i ilâhî üzerine tercih etmeyin. Sizler, Allah'ın memuru, Peygamberin memuru, Din-i mübin'in memuru, Kitabullahın memuru, füyüzât-ı ilâhiyye'nin tevzi memurusunuz. "
"Vazifeniz, batağa düşmüş olan, ümmeti bataktan kurtarmak. Gaye rızâ-i ilâhîdir. Buraya kadar getirdiğimiz emaneti ve kıyamete kadar devam edecek olan ulûm-i ilâhînin devamı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip vazife yapmayanların, kıyamet günü on parmağım yakasında olacak. "Rütbesi yüce olan bu işin, mes'uliyeti de büyüktür.
"Şimdi üç kişi olduğuna bakmayın; yarın 30, daha sonra yüzbinler olacak. Bu asırda ilim bizim elimizden intişâr edecek. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın takdiri, Peygamberân-ı izâm ve Evliyâ-i kirâm'ın kararlarıdır."
RIZIK MESELESİ
—" Rızka değil, Rezzâk'a bağlanmalı. Sebebe bağlanmak, sebebin sahibi olan Cenab-ı Hak'tan uzak kılar.
RABITA
—" Rabıtada geçen zaman ömre sayılmaz. Ömür dünya ile ölçülüdür. Râbıta ise uhrevîdir."
—" Aklın inkişâfı için, râbıta ve zikr-i kalbî, zarûrîdir."
NAMAZLARDA REKAT TAHSİSİ
— Namazlarda, iki rek'at, dört rek'at diye tayin etmemeli. Cenâb-ı Hakkın kaç rek'at mükâfat vereceği belli olmaz. İki rek'ata iki bin rek'at, dört rek'ata dört bin rek'at ve daha fazla sevabı verebilir.
MEHDİ
— "Mehdî bizim usûlumuz üzere gelecek, şimdi o devirdeyiz."
ALEMİN BOZUKLUĞUNUN SEBEBİ
— "Biz iyi olursak her şey iyi olur."
KERÂMET — "İmam-ı Rabbâni Hazretleri. İrşad için gönderdiği halifesinden gelen haberde:
"Burada bir müstedric var: Havada uçar, suda yürür, bir anda bir şehirden bir şehire varır. Halk peşinde" diyordu.
Cevap verdiler:
— Havada uçmak marifet ve kerametse, pis sinekler, karga ve çaylaklar da uçuyor. Suda yürümek kerametse, pis kaplumbağalar, yılan ve çıyanlar, hem dibinde, hem yüzünde yürür. Bir şehirden bir şehire gitmek kerametse, iblis ve ifritler de bir anda doğudan batıya giderler. Böyle şeylerin hükmü yoktur. Hakîki keramet: efrad-ı ümmetin kalbinde nuru imanı tutuşturmaktır."
alıntı: http://www.unitedamericanmuslim.org/suleyman_hilmi_tunahan.php
33 - EBU'L FARUK SÜLEYMAN HİLMİ SİLİSTREVİ (K.S.)
Ezelî takdir olarak seyyidler zincirinin 33'üncü halkası kendilerinin nasibi olduğundan, bâtınları da ilâhî füyüzât ile alâkalanarak seyyitler zincirinin 32'inci halkası ve bu zincirin 9'uncu büyük rütbesi Selahüddin İbn-i Mevlânâ Sürâcüddin (k.s.) Hazretlerinden seyr-i sûlûklerini tamamladılar.
Kendilerine vâki tecelliyâtın büyüklüğünden dolayı, Salâhü'd-dîn İbn-i Mevlânâ Sürâcüddin Hazretleri tarafından Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbanî Ahmed Fârukî-i Serhendî Hazretlerinin nisbet-i rûhaniyesine teslim edildiler.
Bu sûretle seyyidler zincirinin 33'üncü ve sonuncu halkasını teşkil ederek, dünyanın şu son zamanlarında ilâhî feyzden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle dalâl çukurundan, iman ve ihlas sahasına çekip çıkardılar, halen de çıkarmaktadırlar.
Ebu'l-Fârûk Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Hazretleri, (H.1306) M. 1888 yılında Silistrenin Ferhatlar köyünde doğdu. 16 Eylül 1959'da (H.1379) İstanbul'da irtihal buyurdular. (Kaddesallahu Sirrahü'l-Eazz) Ancak, tasarruf ve irşâdları, yukarıda da zikri geçtiği gibi halen devam etmektedir.
Süleyman Efendi (Kuddise Sirruh) tahsili esnasında yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsı ile talebeler arasında temayüz ederek hocalarının dikkat nazarlarını çektiler.
İlim tahsili hususunda irâdelerini o derece zorladılar ki, mübarek burunlarından, okuduğu kitapların sahifeleri üzerine, zaman zaman kan damladığı olurdu.
Yine bu hususta uyku ile akıllara durgunluk verecek şekilde mücadele ederek ilim tahsiline devam ederek derslerini tamamlamıştır. Kış günlerinde ise, pencerelerinden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkar ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyarlardı. Enselerindeki kar topunun vücut hararetlerinde yavaş yavaş erimesi neticesi, sırtlarından aşağı inen ince su yolu, dâima uyanık bulunmalarını te'min ederdi. Bütün bunlarla Süleyman Efendi Hazretleri (k.s.) evlatlarına, ilim tahsilinin zor olduğunu, ancak her türlü müşkilâta göğüs gererek ilim tahsiline gayret etmenin lüzumunu, muhteşem bir misal halinde anlatmak isterlerdi.
Bilâhare o zamanın tabiri ile dersiâm olarak yetişmek, yani ihtisasını (doktorasını yapmak üzere Süleymâniye Camii Medreseleri'nde "Medresetü'l-Mütehassisîn" 'in tefsîr ve hadîs kısmına gidip oradan da birincilikle mezun oldular.
Medrese-i Süleymâniye'ye girmeden önce Medresetü'l-Kuzat (kaadî yetiştiren mektep) 'in de giriş imtihanlarını birincilikle kazandılar, fakat bunu büyük bir sevinçle pederine bildirdiği zaman O'ndan aldığı telgraf şu oldu:
— Süleyman ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a göndermedim.
Pederleri bu telgraf ile kendisine, Peygamber Efendimizin; "Üç kadîden ikisi cehennemde birisi cennettedir." meâlindeki hadîs-i şeriflerini hatırlatmış oluyordu. Süleyman Efendi (k.s.) pederine verdiği cevapla, kendisinin asla kaadîlik (hâkimlik) mesleğine sülûk etmeye niyetli olmadığını, maksadının devrinin bütün zâhirî din ilimleri sahasında kemâle ermek olduğunu bildirdi ve Medrese-i Süleymâniye'nin, tefsîr ve hadîs kısmından diplomasını alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü'l-Kuzât'tan da diplomasını iyi derece ile alıp kaadîlik rütbesine ulaştılar. Böylece devrinin aklî ve naklî ilimlerinden de en yüksek dereceyi ihraz etmiş bulundular.
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Hazretleri Ceddi, İdris Bey'e dayanan şerefli ve soylu bir âiledendir. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmed Han tara-fından, Tuna Han'ı nasbedilmiş ve üstelik kendisine kız kardeşi tecviz edilmiş bir zât idi.
Süleyman Efendinin (k.s.) dedeleri (Kaymak Hâfız) namıyla mâruf bir zât olup 110 yaşına doğru vefat buyurmuşlardır. Muhterem Pederleri Osman Efendi ise, tahsilini İstanbul'da tamamlamış ve Silistre'nin Satırlı Medresesi'nde yıllarca müderrislik etmiş mâruf bir zattır.
Süleyman Efendi (k.s.) ilk tahsilini Satırlı Medresesi'nde ve Silistre Rüştiyesi'nde yaptı. Daha sonra tahsilini tamamlamak üzere pederleri tarafından İstanbul'a gönderildi. Pederleri kendisini İstanbul'a gönde-rirken:
— Oğlum! Usûl-ü Fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun, diye tavsiyede bu-lundu.
İstanbul'da Fâtih Dersiâmlarından ve devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin ders halkasına oturan Süleyman Efendi (k.s.) ondan da birincilikle icâzet aldılar.
Ebu'l-Fâruk Süleyman Hilmi Silistrevî Hazretleri'nin bâtın ilmi ile alâ-kalı olarak, damadı ve bağlısı muhterem Kemal Kacar tarafından (Son Devrin Din Mazlumları) isimli kitap için Necip Fâzıl Kısakürek'e verilen notlardan bir bölümü ehemmiyetine binâen okuyucularımızın ittilâına arzediyoruz.
"Süleyman Efendi'nin bâtın ilmine, yani tasavvuftaki mânevî cephe-sine gelince; Şüphesiz bu husus ehline mâlûmdur. Zâhirî akıl ve zekâ ile idrâki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir, hatta iç hayatı münkir olmaz da; yine tasavvuf ve irşada ehil bir zât ile karşılaştığı halde o zât, ilâhî irâde ile kendisini ona bildirmez ise, dünyalar bir araya gelse O'nun feyzlerinden haberdar olamazlar. Bizim ise kendisinin mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı " İlm–el–yakîn" biliyoruz.
Kendisinin tasarrufunu ve ruh melekeleri üzerindeki te'sirini, öz ruhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş enfüsî ve kevnî kerâmetlerinin üstün irşad hârikalarını fiil halinde ve hakkıyle müşahede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna, " Silsile-i Sâdâd: Büyükler zinciri" kolunun 32'inci ferdi, Salâhüddîn İbni Mevlânâ Sürâcüddin Hazretleri'nin cismânî nisbet,İmam-ı Rabbânî Hazretleri'nin de rûhânî nisbetle varisleri bulunduğuna imanımız tamdır."
Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddiâ etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."
Efendi Hazretleri'nin muhterem babası, Müderris Osman Efendi henüz evlenmeden önce bir gece mânâ aleminde şöyle bir şey gördü:
"Göğsünden bir ışık parçası koparak yükselmeye başladı. Bu ışık parçası, yükseldi, yükseldi, yükseldi... Tâ ki, bütün dünyayı ve belki de dünyaları aydınlatana kadar..."
Bu gördüğü rüya Müderris Osman Efendi'ye çok tesir etti. Bunu kendi sulbünden hayırlı bir evlat olarak yorumladı.
Aradan bir müddet geçti; Osman Efendi, Hatice hanım'la dünya evine girdi. Allah, kendisine, dört erkek evlât bahşetti. O da bunlara, sırasıyla, Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim ve Halil isimlerini verdi. Çocuklar büyüyor, Osman Efendi de, rüyada kendisine işaret edilenin hangisi olduğunu anlayabilmek için onların hâl ve tavırlarını dikkatle takip ediyordu. Neticede bu dikkatini Süleyman Efendi üstünde yoğunlaştırdı. Artık onu yakından takip ediyor ve onun yetişmesi için daha fazla gayret gösteriyor ve yanından hiç ayırmıyordu. Nereye giderse yanında götürüyordu.
Bir gün birlikte giderlerken, bir manda yavrusunun, körpe bir fidana sürtünmekte ve onu hırpalamakta olduğunu gördüler. Osman Efendi bu kıymetli oğluna:
— "Süleyman, koş oğlum! O manda yavrusunu fidanın yanından kov" dedi. O da hemen gidip, manda yavrusunu fidandan uzaklaştırdı. Bunun üzerine Osman Efendi oğluna:
—"Oğlum, unutma! Ağzı dili olmayan canlılara yapılan iyilik de bir sadakadır" buyurdu.
Osman Efendi, bu kıymetli oğlunu Satırlı Medresesi'ndeki tahsilini tamamladıktan sonra Silistre Rüşdiyesi'ne verdi. Silistre Rüşdiyesinden mezun olduktan sonra da dini ilimlerin ve hilafetin merkezi İstanbul'a gönderdi. Giderken kendisine pek çok nasihat ve tenbihlerde bulundu.
Efendi Hazretleri İstanbul'da ilim tahsilinde iken birgün ağır şekilde hastalandı ve yatağa düştü. Hastalığı öyle ağırdı ki, hayatından ümidini kesti...O bu halde iken, üstazı Buhâra meşayıhından Nakşıbendî Şeyhi Salahuddin İbn-i Mevlana Süracüddin Hazretleri (k.s.) kendisini ziyarete geldi. Hayattan ümidini kesen Süleyman Efendi'nin gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. Bunun üzerine üstazı:
—"Evladım, hiç üzülme! Bu hastalıktan iyileşeceksin, okuyup büyük adam olacaksın ve çok itibar göreceksin. Hatta sen, kaptanı gayri müslim olan bir gemiye binecek olsan, o dahi sana saygı gösterecek..." diye iltifatlarda bulundu.
Efendi Hazretleri, İstanbulda o zamanın en büyük dersiamlarından Büyük lakabı ile bilinen Bafralı Hamdi Efendinin ders halkasına girdi. Buradaki tahsil hayatı da çok başarılı geçti. Medrese muhitlerinde kendisi hakkında:
—" Yetişirse iyi bir âlim olacak" diye konuşuluyordu.
Efendi Hazretleri İstanbul'daki tahsili sırasında, bir yılda veya iki yılda bir ancak izine gidebiliyordu.
1916 senesinde Bafralı Hamdi Efendi'den birincilikle icazetnâmesini aldı. Bu sırada 28 yaşında idi.
İlmî kariyerine son noktayı koyabilmek ve dersiâm olabilmek için, Süleymaniye Medreselerinden Medresetü'l-Mütehassisîn'in "Tefsir ve Hadis" kısmına kaydoldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzat'ın, yani Kadılık Mektebi'nin imtihanına girdi ve burayı da birincilikle kazandı.
Medrestü'l-Kuzat'tan iyi derece ile, Medresetü'l-Mütehassisin'in Tefsir ve Hadis bölümünden ise, 1919 yılında birincilikle mezun oldu.
Böylece, bir taraftan "İslam Hukukçusu" diğer taraftan "Dersiâm" olmuş oluyordu. O zamanın ilim muhitinde dersiâm, umumi müderris, yani icâzetnâme verebilen alim demekti ve bu ilmî en yüksek rütbe idi.
Bu senelerde ise Osmanlı Devleti son anlarını yaşıyordu. Birinci dünya harbinden mağlub olarak çıkmış, memleketin her tarafı Avrupalı istilacılar tarafında istila edilmişti. Ardından İstiklal harbi başlamış, neti-cede İslam halifeliğinin merkezi olan Osmanlı devleti yıkılmış halifelik kaldırılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devletin yeni yeni kanunları da oldu. Bunlardan biri de Tevhid-i Tedrisat Kanunu idi.
Bu kanuna göre Medreseler ve diğer dini eğitim müesseselerinin tamamı kapatıldı. Eğer gerekirse din eğitimi de lâik Türkiye Cumhuriyeti okullarında verilecekti...
Bu haber, İstanbul müderrisleri cemiyetinde hararetli tartışmalara sebeb oldu. O vakit, bu müderrislerin sayıları 500-520 civarındaydı. Bu kanunla, hepsinin asıl vazifesi olan "müderrislik"lerine son verilecek, kendileri de, yeni hükümet'in uygun göreceği müftülük, imamlık, vaizlik gibi yeni vazifelere tayin edilecekler veya emekli olacaklardı.
Müderrislerin hemen hepsi, bu durumu kabullenmiş gibi görünüyor-lardı.
Efendi Hazretleri ise, bu hadisenin, din ilimlerinin ve Kur-an ilimlerinin kaybolmasına sebeb olacağını düşünüyor ve durmadan diğer arkadaşlarını ikâz etmeye çalışıyor ve onlara şöyle diyordu:
—"Ey dersiâmlar! Sizler bu memlekette, bu gün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi okutup, bir iki nesil boyu, İslam'ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u ilâhîde mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız."
Fakat zamanın idaresinin dine bakış açısını bilen müderisler, hiç de istekli görünmediler.
Efendi Hazretleri sonunda, arkadaşlarından bazılarını güçlükle ikna ederek Ankaraya imzalı bir dilekçe gönderdiler. Bu tarihi dilekçede dersiamlar şöyle diyorlardı:
—"Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, Hükümetimizin Harb-i Umumi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısıyla, mâli muza-yaka (sıkıntı) içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ve İslâmî ilimleri fahriyyen (maaşsız) okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..." Bu dilekçeye Ankara'dan şöyle bir cevap geldi:
"Memlekette Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüktedir, hilafına hareket şiddetle cezayı müstelzimdir."
Bunun üzerine dersiamlar çeşitli memuriyetlere tayin edildiler. Efendi Hazretleri de İstanbul'a Vaiz olarak tayin olundu.
Dersiamların "Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdî edilecek yeni mesleklere gidelim." diye pek çokları da hakimlik ve savcılık gibi vazifeleri tercih ettiler.
Efendi Hazretleri bu arkadaşlarını şu tarihi sözleriyle ikaz etmeye çalıştı:
— "Efendiler, hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık Allah'ın, resûlullah'ın, kitâbullah'ın ve din-i mübin'i İslam'ın tebliğ me-murluğudur" .
Bu ikazlar hiç bir netice vermedi ve Efendi Hazretleri bu sahada yalnız kaldı.
Takatinin yettiği kadar İslamî ilimleri okutmaya karar verdi.
SILAİ RAHİM
1926 senesinde, şimdi Bulgaristan hudutları içinde kalan doğup büyüdüğü 200 hanelik Ferhatlar Köyü'ne bir ziyaret yaptı. Bu ziyareti 40 gün sürdü. Seneler önce ilim tahsili için ayrıldığında bir Osmanlı beldesi olan Ferhatlar ve tarihî Silistre şehrini son defa ziyaret ediyordu.
Efendi Hazretleri anne ve babası ile hasret giderdi. Geşmişleri birlikte yâd ettiler.
Kimbilir belki de, Müderris Osman Efendi, talebeyken gördüğü rüyayı, muhterem oğluna anlattı ve bu rüyada gördüğü nurun kendisi olduğunu ve buna layık olması için çalışması gerektiğini söyledi.
40 gün sonra, dünya gözü ile anne ve babasına son defa bakıp vedâ ederek İstanbul'a döndü.
DİNİ İÇİN VERDİĞİ MÜCÂDELE
Efendi Hazretleri İstanbul'a döndükten sonra yine bütün gayreti ile dinin yayılması hizmetlerine sarıldı.
Ancak talebe okutmak istiyor, fakat talebe bulamıyordu. O günkü idârenin İslam dini üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan insanlar, bırakın okuyup yazmayı, seslice "Allah" demekten bile korkuyorlardı. İslam'ın 5 temel şartı yerine getirilmiyor, bir hatim duası veya bir yağmur duası merasimi bile tertiplenemiyor, babalar anneler kendi çocuklarına bile Kur'anı Kerimi ve dini bilgileri okutamıyorlardı. Özel mahkemeler kurulmuş şehir şehir dolaşmış, şehir ve kasabalarda hatırı sayılır ne kadar hoca buldularsa sudan bahanelerle idam etmişlerdi. Artık hoca da kalmamıştı. Ülkede yeni rejimi oturtmak uğruna tam bir hürriyetsizlik ve baskı hüküm sürüyordu. Hocalar hocalıklarını, müslümanlar müslüman-lıklarını gizlemek zorundaydı. "Herkes pireler gibi saklanıyor" ve kimse ortaya çıkmıyordu.
Efendi Hazretleri (k.s.), o günleri şöyle anlatıyor:
—" Okutma imkânı yoktu, fakat okuyan da bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı; çünkü korkuyorlardı. O zaman, ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz, dedim. Fakat sonradan Cenâb-ı Hakk sebepler halketti ve okutma imkânı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi yürüyor... Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın bize lûtfudur."
Efendi Hazretleri, bir yandan İstanbul'un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumla-rında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. 1936 senesinde gençlerden ilk talebesi Tüccar Halil Kacar Bey'in oğlu Mehmed Kemal Bey idi.
Neticede yavaş yavaş bir ilim halkası oluştu. İslâmî ilimleri tahsile Önce yaşlılar gelmişti. Gedikpaşa'daki Azakzâde apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Tüccar Hacı Refik Bey, Biletçi Mehmed Efendi'yle oluşan halkaya sonra, biletçi Hüseyin efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Mustafa Efendi dahil oldu.
Çember zaman geçtikçe büyüyordu...Topçular'da, Kısıklı'da, Şehzâdebaşı'nda hayli talebe birikti.
Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zulümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul'da bunalttılar, Kabakça'ya oradan Kuşkaya mağarasına gitti. Orada da yakaladılar, Toroslar'a gitti. Trende ve vapurda yolcu gibi oturup müteaddit gidiş gelişler yaparak bazı talebelerine dersler okuttu.
—"Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed'in evlatları cehenneme bir sel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kârdır" diyordu.
Bu defa vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Gûya maddi imkânsızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi.
—"Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince, koşarız" buyuruyordu.
Böylesine bir hal Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye ricâlinden hiçbirinin devrinde vukubulmamıştı. Hatta dünya tarihinde bile yoktu. İşte Efendi Hazretlerinin irşad vazifesi ile vazifelendirildiği devir böyle bir devirdi.
Nihayet ne oldu ise ve nasıl oldu ise, 1949'da resmî Kur'an kurslarının açılmasına izin veren kanun çıktı. Nizamlı intizamlı, yerleşik olarak başlayan Kur'an kursları, 1950 Demokrat parti iktidarının getirdiği nisbeten rahat ortamda, hızla inkişaf etti...
1950 SONRASI
1950'lerde, dini faaliyetler kısmen rahatladı.
1951'de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Beyin Çamlıca'daki evinin birinci katında ilk Kur'an kursu açıldı. ilk "resmî" Kur'an kursu ise 1952'de Aziz Mahmud Hüdaî hazretlerinin çilehânesinin yanında bulunan bir binada, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak faaliyete geçti.
Bir yandan yeni başlayanlara "ibtidaî" dersler okutulurken bir yandan da "Tekâmül" seviyesinde yüksek dînî dersler veriliyordu. Efendi Hazretlerinin iki aylık hızlı kurslara tabi tuttuğu talebeler, müftülük imti-hanına girip imtihanı kazanıyorlardı.
TALEBE İLE ÇOK YAKINDAN ALAKADAR OLUYORDU
Efendi Hazretleri (k.s.), talebenin her türlü ihtiyaç ve dertleriyle bizzat meşgul oluyordu.
Birgün talebe başkanını çağırmış, yemeklerinin durumunu sormuş-lardı. Talebe başkanı,
—" İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla sirke aldım, yemeklerin yanında domates salatası yapıp yiyoruz" deyince, Efendi Hazretleri (k.s.), iç cebinden çıkardığı dörde katlanmış bir elli lirayı başkana uzatarak:
—" Bir daha aranızda para toplamayın, ihtiyacınız olunca bana haber verin" buyurmuştu.
—"Talebeden para alınmaz, talebeye para verilir" diyordu. Talebenin ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten aldığı ücrete hiç dokunmayıp, talebelerine sarfediyordu.
ANADOLUYA YAYILIYOR
Kurslar Anadolu'da açılmaya başladı. Antalya, Kütahya, Bolu, Düzce, Adapazarı, Çorum, Ankara, Konya ve İstanbul'da yetişen talebeler yeni açılan yerlere hizmete, talebe okutma ve halkı irşâd etmeye gönderiliyordu. 1952-1959 hizmetlerin patlama yılları oldu.
Memleketin dört bir yanında hizmet veren talebelerinden aldığı hizmet haberleri, onu en sevindiren şeydi. Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Her Kur'an kursu açılış haberi gelince, ziyadesiyle memnun olur, ders veya sohbet esnasında bile olsa, ara verip hemen:
— "Hadi bu nimetler karşısında iki rekat şükür namazı kılalım, diyerek yanındakilerle birlikte şükür namazı kılarlardı.
Bir gün Prof. Dr. Asâf Ataseven, Efendi Hazretleri'ni (k.s.) ziyarete gittiğinde, Efendi Hazretleri'nin arkasında işaretlenmiş bir harita görerek bunun mahiyetini sormuş, o da, bunların, açılan Kur'an Kurs'larının yerleri olduğunu ifade etmişti.
Onu en çok sevindiren olaylardan birisi de talebelerinin hizmete şevkle gitmesi idi.
Bolu'da, bir gün sonra hizmete dağılacak talebelere, yaşlıca bir zât:
—" Nereye gönderilse gider misiniz?" diye sormuş, talebelerin hepsi aynı cevabı vermişti:
—" Nereye olsa gideriz, çünkü Hazret-i Üstâz bizi yalnız bırakmaz." demişlerdi. Bunun üzerine o zat;
—"Siz Hazret-i Üstâd'ı annenizden babanızdan daha mı çok seviyorsunuz." dedi. Onlar da;
—"Evet, biz Hazret-i Üstâz'ı annemizden, babamızdan daha çok seviyoruz." cevabını verdiler.
Bunun üzerine o zât, hadiseyi Efendi Hazretlerine anlatınca Efendi Hazretleri :
—"Tabii... Anne babaları onların bu denî dünyaya gelmelerine vesîle olmuştur. Biz ise onları Alem-i Ervahtan alıyoruz, dünya, kabir, mahşer ve sualden geçirip, cennet ve cemâl-i İlâhi'ye kadar götürüyoruz" buyurduar.
ZEVCELERİNİN YARDIMI
Bütün bu zorlu yıllarda, muhtereme zevceleri Vâlide Sultan Hafize Hanımefendi de, Efendi Hazretleri'ne tam destek olmuş, sıkıntıları, zorlukları efendisiyle paylaşmıştır.
Sıkıntıların çok olduğu senelerin birinde Vâlide Sultan:
—"60 talebenin bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem 60 kurban keseceğim" diye nezr etmişti.
1955'lerde, sadece bir kursta 160 talebe bir arada huzur içinde ders okuyordu. Vâlide Sultan da her hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini yerine getirmişti.
CEZAYİR MÜSLÜMANLARI İÇİN YAPTIĞI DUA
Efendi Hazretleri, dünyadaki bütün müslümanların derdini kendine dert edinmişti. 1956'da Cezayir müslümanları Fransızlara karşı istiklâl mücadelesi verirken Türkiye hükümeti beynelmilel mahfillerde Fransızları desteklemiş ve Birleşmiş Milletler'deki oylamada Cezayirliler aleyhine oy kullanmıştı. Bu politika İslam dünyasında Türkiye'nin çok büyükitimat kaybına sebep olmuştu. Cezayirde, onbinlerce müslüman kanı Fransızlarca akıtılmıştı.
İşte bu yıllarda Efendi Hazretleri (k.s.), vaazlarında "Cezayirli kar-deşlerimize hiç olmazsa dua ile yardım edelim!" demiş bu dua üzerine savcılıkta ifadesi alınmıştı.
KÜTAHYA -BURSA HADİSELERİ
Türkiye'de1950'de demokrasiye geçilmesine rağmen 1956'larda müslümanlara tekrar baskı oluşmaya başlamıştı. Her ne kadar, iktidar partisi değişmiş ise de, zihniyet değişmemişti. Hükümet çeşitli uygulamaları ile müslümanlara nefes aldırmamaya başlamıştı.
Bursa'da o günün iktidarı tarafından düzmece Mehdî hadisesi tertip edildi.
Namaz kılmasını bile bilmeyen bir takım kişiler, akşam vakti Bursa Ulucami'ye geldiler. Ertesi gün cuma namazında, hutbe esnasında hadise çıkartıp, müdahele edenlere de saldırdılar. Yakalandıkları vakit, tertip icabı, kendilerini Süleyman Efendi Hazretleri'nin (k.s.) gönderdiğini iddia ettiler.
Bunun üzerine Efendi Hazretleri (k.s.) İstanbuldaki evinden alınarak 59 gün bazı talebeleri ile birlikte Kütahya Hapisanesinde tutuldu. Fakat o, hapishanede de Kur'ân-ı Kerîm'e hizmetten geri kalmayıp nice mahkumların hidayetlerine vesile oldu.
Mahkemede, Efendi Hazretleri (k.s.) tarafından gönderildiklerini iddia eden kimselere hakim :
— Siz Süleyman Efendi tarafından gönderildiğinizi iddia ediyorsunuz. Bakın bakalım; Şu insanlar içinde Süleyman Efendi hangisi diye sordu. Efendi Hazretleri'nin "hazırûndan hangisi olduğu"nu bilemediler ve hâkim tarafından kovuldular. Efendi Hazretleri (k.s.) de beraat etti.
TEKERİ PATLAYAN ARABA
1957 senesindeki bu 59 günlük hapisten çıkınca yakınlarından bazıları kendisine:
—"Efendim, rahatsızsınız, biraz dinlenseniz" diye söylediler. O ise onlara şu tarihi cevabı verdi:
—"Evladım, tekeri patlayan şöför, tamir bitince kaybettiği vakti kazanmak için daha hızlı gider. Biz de bu iki aylık kaybı daha fazla çalışıp kapatmamız lazım" buyurmuşlardı.
DÜNYADAN AYRILIŞI
Efendi Hazretlerinde şeker hastalığı vardı. O hastalığına rağmen hizmetten ve talebelerinden bir an ayrılmadı. Ömrünün sonuna kadar her gün, 4 vasıtayla Çamlıca'dan Topçular'a talebelerini okutmaya gitti. Topçular Kur'an Kursunu son teşriflerinde, Kur'an-ı Kerim hatmi yaptır-dıktan sonra talebelerine son derece veciz ve kıymetli nasihat ve tavsi-yelerde bulundu.
Bu konuşması onun veda sohbeti gibi idi. Vefatına işaretle:
— "Bir daha görüşmemiz mümkün değildir. Görüşmemiz inşaallah rûz-i cezâda olur, yevm-i mahşerde olur" buyurdu. Çıkarken de tekrar topluluğa dönüp,
—" Evlatlarımı, dünya gözü ile bir kere daha göreyim" diyerek, onlara baktı ve oradan ayrıldı.
Bu hadiseden kısa bir müddet sonra da madde âleminden mânå âlemine irtihal buyurdular.
CENAZE NAMAZI VE DEFİN HADİSELERİ
Gasil işleri Kısıklı’da evinde yapıldı. Naaşı şerifleri Fatih Camii avlusundaki Dersiamların bulunduğu kısma tevdi edilecekti.
Kısıklı'da, cenâze merasimine katılmak üzere mahşerî bir kalabalık toplanmıştı. Bir kısmı da Fatih camii'nde toplanmışlardı. Tabut, Üsküdar'a götürülecek, oradan da karşıya geçirilip Fatih Camii avlusundaki mezarlıkta dersiâmlara mahsus kısma defnedileceti. Bunun için Bakanlar Kurulu izni de alınmıştı.
Cenâze alayı, son anda, (Bakanlar Kurulu kararına rağmen) İçişleri bakanı Namık Gedik'in emriyle polisler tarafından durduruldu. Polisler, cenazenin "Karacaahmet Mezarlığına açtırdıkları yere gömülmesi" için zorladılar. Cenaze sahipleri de firaset ve dirayetle, hadise çıkarmadan (istemeyerek de olsa) bu zorlamaya rıza gösterdiler ve Efendi Hazretleri'nin (k.s.) mübârek na'şları Karacaahmet Kabristanı'ındaki makamına tevdi edildi.
Fâtih'te bekleyen kalabalık da bu hadiseyi duyar duymaz karşı tarafa geçmiş ise de çoğu defin merasimine yetişemedi.
Efendi Hazretleri vefatından senelerce önce bir vesile ile şöyle buyurmuşlardı:
— "Bizim dünya hayatımızdan korktukları gibi vefatımızdan da korkacaklar."
.........
Cenazelerini engelleyenlerin âkıbetleri ise; ayrıca incelenmeye değer bir konudur.
Namık Gedik'in 1960 ihtilalinde Harbiye talebeleri tarafından nasıl öldürüldüğü, sonra da alelâde bir çukura nasıl gömüldüğü, diğer mes'ul şahısların da iki sene sonra aynı güne tesadüf (!) eden (16-17 Eylül'deki) idam edilerek ölümleri tarihe mal olmuş bir hâdise olarak meşhurdur.
VEFATINDAN SONRA
Efendi Hazretleri'nin mânevî vazifesi ve irşad salâhiyeti, tamamiyle ve kemâliyle devam etmektedir. Bunu tasavvufî ta'birle ifâde edersek; tasarrufu mânen devam etmektedir.
Nitekim bağlıları, 1959'dan beri onun himmet ve teveccühleriyle hiç bir yanlışa ve sapmaya meydan vermeden "Ehl-i sünnet" çizgisinde hizmetlerini sürdürmektedirler. Bu yolla, dünyanın her yanında dînî hizmetler gün be gün inkişaf edip yayılmaktadır.
Bu istikrarlı hizmette onun çizdiği düsturlar çok mühimdir. Bir gün talebelerine :
—"Bu vazifeleri siz devam ettireceksiniz. Buna mecbursunuz. Bunu yapmadığınız takdirde şu 10 parmağımı mahşerde yakanızda bulacaksınız. En nâmüsait zamanlarda dahi talebe okutmaya devam edeceksiniz. Dağ başında olsanız, elinize bir kişi dahi geçse ona Kur'an'ı ve dini öğreteceksiniz..."
Onun hedefi, Kur'an ilimlerini öğretmek ve yaymanın yanında, Kur'an'ın hükümlerini de yaşatmaktı. Hayata taalluk eden hususları öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda harfiyyen tatbik edilmesini de isterdi. Kendisi, bizzat yaşayarak, Resülüllahın sünnetine uygun bir hayatın nasıl olması gerektiğini, talebelerine gösterir, sadece " kâl" yani söz yoluyla değil, "hâl" yani şayarak irşadda bulunmalarını ister ve tenbihlerdi. Ders için zaman ve mekân seçmezdi. Ders yeri ne kadar uzak olursa olsun, dersini aksatmazdı. Kısıklı'dan topçular'a 4 ayrı vasıtayla ulaşabilmesine rağmen hiç yüksünmeden gidip gelirdi. Günün 24 saatinin uyku ve ihtiyaçları dışındaki bütün vakitlerini bu uğurda harcar hatta az uyumalarına rağmen "Allah bizi az uykuyla kandırsa da, keşke daha çok ders okusak" diyerek, günün tamamını değerlendirmek isterdi.
ÇOK SÜR'ATLİ BİR EĞİTİM
Efendi Hazretleri (k.s.), dinî eğitim ve tedrisata muazzam bir sür'at kazandırmıştır. Eskiden 10-15 yıl süren tedrisatı, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla, 2-3 seneye sığdırmıştır.
Hayattayken basılmış tek eseri "Kur'an Harf ve Harekeleri" isimli küçük elif-ba cüzüdür. Bu kiymetli eserle, Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, aylardan günlere, hatta saatlere inmişti.
—"Şimdi sürat zamanıdır, tahsili uzatma zamanı değildir" buyururdu.
DERS OKUTMA METODU
Bir müddet okuttuğu talebelerini, Anadolu'nun muhtelif yerlerine gönderir, va'z u nasihatler ettirir, oradaki müslümanlara Kur'an öğretmelerini tenbih ederdi. Vazifesini tamamlayıp gelenlere, okumadıkları kitapları okutarak, tedrisatlarını tamamlardı. Onun talebeleri bir taraftan ilim tahsil ederken, diğer taraftan da Ümmeti Muhammed'in evladına öğretirlerdi. O ve talebelerinde "hizmette emeklilik yoktu". Peygamber Efendimizin, beşikten mezara kadar ilim tahsil etme düsturunu bizzat uygular ve talebelerine de uygulatırdı. Medresedeki, hocanın ibareyi okuyup mâna vermesi ve talebelerin dinlemesine dayalı öğretim metodu yerine, talebelerin önceden çalışarak ibâreyi okuma, manâ verme ve anlatmasına, hocanın da onların eksiklerini tamamlamasına dayalı yeni bir metodla tedrisat yapardı. İbareyi, ders halkasında bulunan bütün talebelere sırasıyla okuttuğundan, talebelerin dikkatini kitaba ve derse yoğunlaştırırdı. İbareyi okuyan talebeye;
—"Harf-i cer'e dikkat et, zamiri atlama" gibi ip uçları verdikten sonra okutur ve onların yaptığı küçük hataları görmezden gelirdi. İbârenin bütününü ve anlatılmak isteneni anlayabilmişlerse, telaffuz ve iğrab hatalarına kızmaz:
—"Dumanı doğru çıksın yeter" diye onları teşvik ederek ezbercilik yerine dersin özünü kavramalarına önem verirdi. Meseleleri izah ederken kaynak gösterir, delilsiz hüküm vermezdi.
Medreselerdeki 15-20 senelik tahsili 2-3 seneye sığdırması, sadece ilmî bir metodla olacak şey değildi. Her türlü ağır şartlar altında böyle bir başarı, ancak, Cenâb-ı Hakk'ın ona bir lütfu ve Vâris-i Nebî olmanın bir keremidir.
TALEBEYİ ÇOK SEVERDİ
Talebelerini çok severdi. İlim öğrenme ve talebe sevgisi onda aşk derecesindeydi. Her talebenin maddi mânevî rahatsızlıklarıyla ilgilenir incinmemeleri, örselenmemeleri için elinden gelen gayreti gösterirdi. Birisi biraz rahatsızlanacak olsa kendisi bizzat doktora götürür, ilaçlarını yaptırır, tedavileriyle uğraşırdı. Aslâ talebe seçmezdi. Talebelerin arasında zengin-fakir zeki - kıt anlayışlı ayrımı yapmaz, hepsiyle ilgilenirdi.
—"Evinin yolunu bulabilsin yeter; Allah'ın izniyle okuturuz". derdi. Talebelerinin çekingenliklerini, korkularını, onlara sevgisini hissettirerek yenerdi. 10-12 yaşlarındaki çocukları, minberlere, kürsülere çıkarır; milletin dedikodusuna ve her türlü baskıya sabretmelerini telkin ederdi. Kendisine ve talebelerine yapılan bu baskılar karşısında:
— "Elhamdülillah! Bu çektiğimiz sıkıntılar, Resülüllah Efendimizin yolunda olduğumuzun delîlidir" buyururlardı.
O zamanın bazı hocaları iki üç senede adam yetiştirmesine bir türlü akıl erdiremezlerdi. Hele 1 saatte, Kur'an-ı Kerimi okuma kaidelerinin tamâmını öğretip, Kur'an okutmaya başlamasına hiç akıl erdiremiyorlardı. Bazı haset odakları, canlı eserleri boy boy, Camii kürsülerinde vaaz ederken, namaz kıldırırken, müftülük yaparken gördüler, fakat inanmadılar. İmtihan ettiler. Sarf', Nahiv, Fıkıh, Kelâm, Ferâiz, Hadis ve Tefsir'den sorulan sorulara eksiksiz cevaplar alınca, bazı insaf sahipleri takdirle karşılarken, çoğu da hasedinden işi düşmanlığa kadar götürdüler.
İSTANBUL EFENDİSİ
Dersleri hiç sıkıcı olmazdı. Uzun derslerin aralarında bazan hatıralarını bazan da hikmetli hikâyeler anlatarak talebeleri rahatlatır, dersten soğumamalarını sağlardı. Talebelerinin din ilimleri sahalarında yetişmelerini arzu ettikleri kadar, dünya işlerine de vâkıf olmalarını arzu buyururlardı. Talebelerine sadece ilim öğretmekle kalmaz, onları her yönden eğitirdi. Onun tedrisatından geçen talebeler, hâl, konuşma ve giyimleriyle tam bir beyefendi olurlardı.
—"Benim evlatlarım, çarıklarını sürüye sürüye gelirler, birer İstanbul Efendisi olarak dönerler" buyurur ve bunu da kelimenin tam manasıyla gerçekleştirirlerdi.
Gerçek bir beyefendi, bir İstanbul efendisiydi. Tertemiz ve sade giyinişiyle, davranışlarıyla, vakarıyla, kendisini uzaktan tanıyan ve hatta tanımayıp ilk defa görenlere dahi, bir hürmet ve ta'zim hissi uyandırırdı.
İstanbul'un işgali sırasında, karşıya geçmek üzere bir vapura binmiş ve vapurun dolu olması sebebiyle ayakta kalmıştı. Yukarıdan, kaptan köşkünden kendisini gören gayri müslim kaptan, haber göndererek, yukarı gelmelerini istemiş ve:
—"Siz ayakta kalacak insan değilsiniz, buyurun buraya oturabilirsiniz" diyerek, kaptan köşkünde oturacak yer göstermiş ve uğurlarken de:
—"Bu vapura her bindiğiniz de, gelip buraya oturabilirsiniz" diye eklemişti..
Kendisini sevenler ve hürmet gösterenler bir yana, kendisine sıkıntı verenlere bile tebessüm ve muhabbetle yaklaşır, mümkün olduğunca gönüllerini alırdı. Evini aramaya gelen polis memurlarına kahve ikram etmesi ve ev halkının garipsemelerine karşı da:
—"Onlar memurdurlar, vazifelerini yapıyorlar, yorulmuşlardır" diye karşılık vermesi, bunun en güzel misallerindendir.
Bir Ramazan ayında, iftar öncesinde, evinin karşısındaki kahvede oturan ve kendisini takiple vazifeli sivil polis memuruna giderek :
—"Oğlum, sen oruçlusun, akşam da yaklaştı, benim arkamdan gel de, bizde iftar edelim. Daha sonra vazifene devam edersin" deyip evine davet etmesi, polis memurunu son derece şaşırtmış ve duygulandırmıştı.
Bu güzel hareketin neticesidir ki, daha sonra bu polis memuru da onun hizmet halkası arasına katılmışlardır.
İnsanlara ve bilhassa talebelerine karşı son derece nazik ve müşfikti. Okumak talebiyle Anadolu'dan gelen gençleri biraz bekletmiş ve yanlarına geldiğinde de:
—"Evlâdım, terli idim, o yüzden geciktim, özür dilerim" diye gecikme sebebini söyliyerek nezâketini ortaya koymuştur.
Ölçülü ve zekice olmak şartıyla lâtifeyi sever, zaman zaman talebeleri ve ehl-i beytiyle lâtifeleşir, şakalaşırdı.
Hayattaki zorlukları tebessümle karşılamasını bilirdi. Dini tedrisatın yasak olması yüzünden, Çatalca'da Kabakça'nın Kuşkaya mevkiinde, kovuklarda talebe okutmaya başlamıştı. Fakat, "idare" bir türlü yakasını bırakmıyordu. Kendisini sürekli tâciz ederek, her gittiği yerde bulan ve karakola sevk eden astsubay, orada da talebelerine ders okuturken bulmuştu. O ise, bu tatsız hadiseyle talebelerinin şevkinin kırılmasını önlemek ve durumun ne derece acı olduğunu ifâde edebilmek için, astsubaya bakmış, gülümsemiş ve:
—"Evladım, sen tazı olsan, dağda tavşan bırakmayacakmışsın" demişti.
İnsanın sabrını taşıracak hadiseler karşısında bile sakin bir şekilde geçiştirir, karşısındakine koz olacak tavırları asla sergilemezdi. En olumsuz şartlarda bile ye'se=ümitsizliğe düşmez, pes etmeden kararlılığını devam ettirirdi.
Gayeye vâsıl olmak için her türlü çileye göğüs gerer, aslâ makam ve mevki hırsı taşımazdı.
—"Hizmet muvaffak olsun da varsın bizim yerimiz caminin pabuçluğu olsun" derdi.
Peygamber Efendimizin örnek hayatını tam manasıyla yaşardı. Resûlullah (s.a.v.) Efendimize bağlılığı ve O'nun sünnet-i seniyyesine te-b'ıyyeti, tarif edilemiyecek kadar fevkalâdeydi. Resûlullah'ın sünnetlerini normal ibâdetlerde yerine getirdiği gibi, nafile ibâdetlere de çok dikkat ederdi. Her gece teheccüt namazına mutlaka kalkardı. Buna ilâveten duha ve evvâbin namazlarını da geçirmezlerdi. Sabah namazından önce ve sonra Evrâd-ı Bahâiyye ve Evrâd-ı Fethiye'yi okurlardı...
MÜBAREK SÖZLERİNDEN... İLİM VE İBADET
— Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbâl sevdasına düştükleri şu günde, Mevla'nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah ve Rasulüne yönelen, gölge gibi dünyayı ve her hayrı kendine tâbi kılar. Âhirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise âhireti kazanamaz. zîrâ âhiret hakikat, dünya haleftir. Ağacı kökünden götürürsen, gölge de beraber gelir. Âhirette ne varsa, dünyada onun misali vardır. Eğer olmasa âhiret yalan olur. Dünyada ne varsa, âhirette onun misali vardır. Eğer olmasa dünya yalan olur. Teyemmüm abdestin halefidir, dünya da âhiretin.
TALEBELERİNE VERDİĞİ EHEMMİYET
— Ben şu denî dünyayı, evlâtlarımın kirli tırnağına değişmem,
— Sizler, Allah'ın memuru, peygamberin memuru, dinin memuru, kitabullâhın memuru, füyüzât-ı ilâhîyi tevzi memurlarısınız.
—Allah'ın zâtını, sıfâtını, peygamberin sünnetlerini, dînin, şer'i şerîfin hükümlerini, Allah'ın kitabını bilmeyenlere kitabullahı öğretip, kalblerine feyzi ilâhî aşılamakla memursunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmak. Gaye rızâ-i ilâhîdir."
ÜNVANINIZ
— Sizler, El-mücâhid fî-sebilillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm, (Ünvanınız: Sizler, cemâli ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahitlersiniz), buyururlardı.
YUNUS EMRE
Yûnus Emre'den söz eden birine:
— Yûnus Emre ne yapmış; vahdeti vahdette aramış. Köşesine çekil-miş kendine hizmet etmiş. Biz, vahdeti kesrette (çoklukta), rızâ-i Hakkı halk arasında, halka hizmette arıyoruz. Enbiya-i Mürselîn yolundayız, buyurdular.
TEK HEDEF
— Bizim para, pul, mevki, makam, siyaset, politika, kavga ve gürül-tüyle işimiz yok. İstisnasız her müslüman çocuğunu da okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.
İLİM HAKKINDA
— İlim, nûr-ı ilâhîdir. İnsan ise kovan. Kirli bir kovanda arının durmadığı gibi, isyan ve zulmetle kirlenmiş vücud ve kalbde de ilim durmaz.
KORKU
— Hak'dan korkan, halktan korkmamalı. İşini düzgün yapanın, içi de düzgün olur.
TEFRİKA
— Vasiyetim olsun: Tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehl-i sünnetin gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
HASET
Nefsin kuvvetli hastalıklarından biri hased olduğu gibi, şeytanın kuvvetli tasarruflarından biri de vesvesedir. Kur'an-ı Kerim'in, tertibinde hased ve vesvese ile nihayet bulması, bu işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün arzuları menfaat olup, emel ve arzuların tavanı yoktur. Menfaatperest insanlar, nefsin köleleridir.
İmam-ı Rabbanî evladları ise, şöyle düşünür: Herkes müslüman olsun, Hak yolunu bulsun. Bizden evvel cennete girsin. Zengin ve âlim olsun. Bizler de Hak yolunda hâdim olalım, (hizmet edelim) derler."
NEFS
—"Ana, meme verdikçe çocuk büyüdüğü gibi, nefis de, arzularına uyuldukça büyür. Hatta velî olsa, peygamber olsam der. Nefs-i emmare ancak râbıta ile terbiye olur."
—" Nefis kepazeliği sever ve kötülük için rehberlik eder. Fransız kâfiri seni cehenneme götüremez lâkin nefs, seni cehenneme götürebilir. "
HAKİKİ MÜRŞİD
—"Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle kendilerine tâbi olmak, manevî feyzinden her hususta istifade etmek câiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir."
BÜYÜKLERİN ÖLÜMÜ
—"Âriflerin ölümüne üzülmeyin o gâfillerin gözünden kaybolmak içindir. Gâfil olmamaya gayret edin. Vazifede gevşek olanların kulakları Âlem-i emir'den çekilir.
Meyve veren ağaca kuru denilmediği gibi, eseri devam eden zevâta da ölü denmez.
Yılanın gömlek bıraktığı gibi, asıl olan cesed değil ruhtur. "
İMAN BAHTİYARLIĞI VE EMANETLER
—"Yemin ederim, çocuklar, bu dünyanın en bahtiyar insanlarısınız. Daha size bazı şeyleri vermeyecektim. Amma benimle kara topraklara gitmesinler diye veriyorum. Bu civardan geçen bütün aktâb-ı kirâm, üzerlerindeki emânetleri, bugünün merkezine bırakmadan geçmediler. Çünkü geleceği biliyorlardı."
NEME LAZIMCILIK
—“Her koyunu kendi bacağından asarlar” sözü yanlıştır. Dinimizde neme lâzım demek yok; bana lâzım demeli."
DİN VE DÜNYA MENFEATİ
—"Dini dünyaya âlet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hâle geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi mâneviyata karıştırmayın."
YEMEKTE NİYET
—"Yemek yerken, su içerken ibâdet için kuvvet olsun ya Rabbi diye, Mevlâ'nın huzuruyle olduğunu düşünmek lâzım.
EMİR VERMEK
—"Emir vermeye alışmayın. Ben validenizden su dahi istemem. Emir vermekle sözün ruhu ölür. İhbar, emirden daha müessirdir. Misâl: "Benim oğlum sigara içmez değil mi?" gibi."
OKUMADA GAYE
—"Okuyup ne olacaksın? diyenlere, şöyle cevap vermeli: Öğrendiğimle amel edeceğim. İlmimi ikmâl edip de vazife verildiği vakit, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rızâ-i ilâhiyi kazanmaya çalışacağım.
Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı. zîrâ ilmi gırtlaktan yukarı kafada kalmış, kalbine inmemişti. Kıyas-ı fâside ile "Ben ateşten, Âdem ise topraktan halkolundu. Ateş şereflidir. Âlâ ednâya secde etmez." dediğinden, rahmet-i ilâhiden ebediyyen mahrum oldu."
AMELSİZLERİN DÜŞMANLIĞI
—"Amelsiz ilimde hayır olmadığından ehli ihlâsa hasedleri sebebiyle hasım olurlar. İlimleri Kur'an ilmi, güzeldir; lâkin amel etmediklerinden fayda yerine zarar verir. Cehenneme götürür. Ve aleyhinde şehadet eder. Ehli ihlâsa muhalefetleri, feyz-i ilâhiden mahrum ve nefs-i emmâreye mağlubiyetlerindendir. Böyleleri dokuz hac yapsa, Rasûlüllah dokuz defa kovar. Ve:
— Ümmetin irşadı için dokuz kuruş vermez, bu yolda dokuz bin harcarsın. Defol, sana farz olan şey, cehennem yolunu tutmuş olan efrad-ı ümmeti kurtarmaya çalışmaktır. Cephe bozulmuş, cihad umûma vacib olmuş. İlim tahsili farz-ı kifâye iken, bir miktar âlim kâfi idi. Şimdi düşman evimize kadar hulûl etmiş, bütün aile ferdlerini ifsad etmekte, hak yoldan sapıtmakta. İlmî cihadın farziyet ve zarûretini anlamak lâzım. Çoluk çocuğu başıboş bırakarak ateşe terkedip de buralara gelmek, rızâ-i ilâhiye muvafık değildir, diye Rasûlüllah (s.a.v.) kovar."
ENEL HAK SÖZÜ
— "Hallâc-ı Mansur'un "Enel-hak" demesi (Ben hakkım) demek değil, (ene alel hak) ben hak üzereyim, mânâsındadır. Kur'ân-ı Kerim ve hadîs-i şerifte te'vilât yapıyoruz da evliyaullahın sözünü neden hüsnü te'vil etmiyoruz?"
SALEVATIN MANASI
—" Rasûlüllah'a salavât-ı şerife getirmek: O zaten rahmetle dolu. Dolu hazineden taşıp birçok itibar ve bereketlerle bize döner."
İMAMLIK
—" Fâsık ve fâcirin fıskı, itikadda değil de amelde ise, imâmeti câiz-dir. zîrâ mihrabın kerâmetiyle, günahları üzerinden alınır. Tekrar günah işlemedikçe iâde edilmez. Eğer tekrar işlerse, merkebin semeri gibi diğer günahları ile birlikte bindirilir.
Fıskı, itikadda ise imameti câiz olmaz. Bozuk makineden düzgün kumaş çıkmaz."
DÜNYA MALI
—"İnsan gölge peşinde koşmaz. Dünya gölge gibidir. Nasıl güneşe karşı gidilse, gölge seni takip eder, peşini bırakmazsa; güneşe arka çe-virirsen, gölge öne düşer, ne kadar koşsan yetişip yakalamak kaabil olmaz. Hakka dönüp (gölge misâli dünyayı) kendine tâbi kılmalı..."
VAHDETİ VÜCUT
— "Size ta'lim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdet-i vücud ve sair nuru sönmüş tarîklere aslâ rağbet etmeyin.
KERAMET
—" Her hâli kerâmetü'n - nebi olan yolumuzun gayrisinde, hiçbir kâr ve kerâmet aramayın."
Ya Rabbi kalb gözümü açıp da beni perişan etme diye, duâ etmeli."
DİN İLMİNDE İHMAL
—" Hiçbir zaman, his ve tecrübeden ibaret olan, ulûm-i müsbeteyi, ulûm-i ilâhî üzerine tercih etmeyin. Sizler, Allah'ın memuru, Peygamberin memuru, Din-i mübin'in memuru, Kitabullahın memuru, füyüzât-ı ilâhiyye'nin tevzi memurusunuz. "
"Vazifeniz, batağa düşmüş olan, ümmeti bataktan kurtarmak. Gaye rızâ-i ilâhîdir. Buraya kadar getirdiğimiz emaneti ve kıyamete kadar devam edecek olan ulûm-i ilâhînin devamı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip vazife yapmayanların, kıyamet günü on parmağım yakasında olacak. "Rütbesi yüce olan bu işin, mes'uliyeti de büyüktür.
"Şimdi üç kişi olduğuna bakmayın; yarın 30, daha sonra yüzbinler olacak. Bu asırda ilim bizim elimizden intişâr edecek. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın takdiri, Peygamberân-ı izâm ve Evliyâ-i kirâm'ın kararlarıdır."
RIZIK MESELESİ
—" Rızka değil, Rezzâk'a bağlanmalı. Sebebe bağlanmak, sebebin sahibi olan Cenab-ı Hak'tan uzak kılar.
RABITA
—" Rabıtada geçen zaman ömre sayılmaz. Ömür dünya ile ölçülüdür. Râbıta ise uhrevîdir."
—" Aklın inkişâfı için, râbıta ve zikr-i kalbî, zarûrîdir."
NAMAZLARDA REKAT TAHSİSİ
— Namazlarda, iki rek'at, dört rek'at diye tayin etmemeli. Cenâb-ı Hakkın kaç rek'at mükâfat vereceği belli olmaz. İki rek'ata iki bin rek'at, dört rek'ata dört bin rek'at ve daha fazla sevabı verebilir.
MEHDİ
— "Mehdî bizim usûlumuz üzere gelecek, şimdi o devirdeyiz."
ALEMİN BOZUKLUĞUNUN SEBEBİ
— "Biz iyi olursak her şey iyi olur."
KERÂMET — "İmam-ı Rabbâni Hazretleri. İrşad için gönderdiği halifesinden gelen haberde:
"Burada bir müstedric var: Havada uçar, suda yürür, bir anda bir şehirden bir şehire varır. Halk peşinde" diyordu.
Cevap verdiler:
— Havada uçmak marifet ve kerametse, pis sinekler, karga ve çaylaklar da uçuyor. Suda yürümek kerametse, pis kaplumbağalar, yılan ve çıyanlar, hem dibinde, hem yüzünde yürür. Bir şehirden bir şehire gitmek kerametse, iblis ve ifritler de bir anda doğudan batıya giderler. Böyle şeylerin hükmü yoktur. Hakîki keramet: efrad-ı ümmetin kalbinde nuru imanı tutuşturmaktır."
alıntı: http://www.unitedamericanmuslim.org/suleyman_hilmi_tunahan.php
Similar topics
» EBUL FARUK SÜEYMAN HİLMİ TUNAHAN K.S. DAN NASİHATLER_
» Süleyman Hilmi Tunahan
» SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN
» Süleyman Hilmi Tunahan
» süleyman hilmi tunahandan nasihatler
» Süleyman Hilmi Tunahan
» SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN
» Süleyman Hilmi Tunahan
» süleyman hilmi tunahandan nasihatler
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz